POMODORO: Yeni Başlayanlar için Zaman Yönetimi Tekniği

Bu yazının konusu, “Pomodoro tekniği, odaklı çalışma konusunda profesyonel olma yoluna yeni başlayanlar için nasıl ve ne ölçüde elverişli bir zaman yönetimi aracı işlevi görür?” sorusunu, söz konusu tekniğin sınırları çerçevesinde ele almaktır.

Son zamanların en meşhur zaman yönetimi aracı olan Pomodoro tekniğini özetle açıklayayım: Üzerinde çalışacağınız konuyu belirliyorsunuz. 25 dakika süre tutuyorsunuz. Sürenin sonunda 5 dakika mola veriyorsunuz. Dört adet 25 dakikalık oturumun sonunda ise 30 dakikalık uzun bir mola veriyorsunuz. Her ne kadar orijinali 25 dakikalık oturumlara ek olarak 5’er dakikalık molalar içeriyorsa da bu süreleri kendiniz değiştirebiliyorsunuz. Temelde amaç, dikkat dağılmasına maruz kalmadan hem bedenen hem zihnen belirli süre sizi çalışmanın başında tutmak ve odaklanmayı hızlandırmak.

Şimdilerde çokça bilinen bu yöntem ben 2012’de burada bahsettiğim zamanlarda bu kadar uygulanır değildi (burada). Birkaç yabancı blogda görüp, beğenip, uygulayıp, burada bildiklerimi paylaşmıştım. Bu tekniği Türkçe’de ilk paylaşan kişi bendim desem abartmış olur muyum? Evet, olabilirim, çünkü araştırmadım. Fakat ilklerden olduğuma eminim. Yani çok eski Pomodoroculardanım.

Pomodoro tekniği özellikle odaklı çalışmaya yeni başlayanlar, bu konuda yeterli tecrübesi olmayanlar ya da dikkati çabuk dağılanlar için son derece elverişli bir yöntem. Bu yöntemin elverişliliğinin en temel sebebi, belirli sürede çok iş yapmanıza yardımcı olması. Ama bence daha da önemlisi, odaklanma yetinizin gelişmesini sağlaması. Zira, odaklanma geliştirilebilir bir kapasitedir. Bu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Pomodoro da, odaklanmanın geliştirilmesine katkı sağlayacak önemli bir yöntem. Bunu nasıl anlıyoruz? Bir süre sonra 25 dakikanın yetmemesinden, daha uzun süreli oturumlara ihtiyaç duyulmaya başlanmasından anlıyoruz.

Peki neden Pomodoro yeni başlayanlar için bu kadar elverişli olmasına rağmen, yeni başlamayanlar için elverişsiz ve tatmin edici olmayan bir yöntem?

Cevap aslında soruda gömülü. Pomodoro, odaklı çalışmaya yeni başlanmadığı için tatmin edici bir yöntem olmaktan çıkıyor. Tam da aslında Pomodoro’yu elverişli yapan sebepler yüzünden elverişsiz hale geliyor. Yani, daha fazla dolandırmadan söyleyeyim, odaklanma yetiniz belirli seviyeye ulaştığında Pomodoro yetersiz kalıyor. Sizi belirli bir noktaya ulaştırdıktan sonra Pomodoro size sarılıp, sırtınıza pat pat vurup, gözleri nemli bir şekilde sizi yolcu ediyor. Etmeli yani. Çünkü bu tekniğin bazı, tam olarak “bug”ları diyemesek de, zaafları var.

1. Pomodoro’nun zaaflarından birincisi otonomiye yani bireysel seçimlere yeterince alan açmaması. Evet, 25 dakika az gelirse bunu 45 dakika, 60 dakika gibi sürelere de çıkarabiliyorsunuz. Fakat odaklı çalışma süresini uzun tutan/tutmaya çalışan biri için yine de bu süreler çok tatmin edici olmuyor. Şahsen 90 dakikayı özellikle bilimsel arkaplanı sebebiyle daha elverişli buluyorum. 90 dakika sonunda ise 5 dakikalık mola, gözünüzü seveyim, yetmiyor. Zaten günde en fazla üç tane 90 dakikalık oturum yapabileceğiniz için – ki ben 2 tanede kesiliyorum – kaç dakika ara vermişim muhabbetine de girmek istemiyorsunuz.

2. Sık ara vermek, özellikle 60 dakikadan az sürelik oturumlarla çalışmak, mola süresinin sonunda her geri dönüşünüzü ayrı bir mesele haline getiriyor. İşi maraton havasına sokmak bir yana, her seferinde yeniden odaklanmaya çabalamak farkında olmasanız da ekstra çaba sarfetmenizi gerektiriyor. Evet, siz hevesle çalışmaya dönüyor olabilirsiniz, ama tenefüs zili çalar gibi çalışmayı kesip öğretmenler ziliyle geri dönmek pratikte, bu işlere yeni başlamayanlar ya da odaklanma yetisini bir noktaya ulaştırmış olanlar için zorlayıcı olabiliyor.

3. Benim açımdan en önemli sebebe gelince, Pomodoro tekniği “akış” halinin (flow state), akışta olmanın önünde bir engel olarak yer alıyor. Akış, özetle, ünlü psikolog Michaly Csikzentmihalyi’nin Flow kitabında ortaya attığı şekliyle, kişinin bir eylemi gerçekleştirirken zihninin içinde bulunduğu zamandan ve mekandan soyutlanması anlamına geliyor. Yani akış halini içeren ve önceki yazılarda akıllıca çalışmak konusunda bahsettiğim çalışmak anlayışına1 (burada) pek hizmet etmiyor.

Nihayetinde, Pomodoro odaklanma yetisini geliştirmeye yardımcı olan ama bir noktada veda edilmesi gereken bir yöntem. Bir zihin egzersizi olarak da düşünebiliriz. Kısa zamanda çokça iş halletmeyi sağlaması ise bonus olarak elimizde kalıyor.

Aslında bu yazı, başta, bir Pomodoro tekniği eleştirisi olarak tasarlandı. Temel iddiası Pomodoro tekniğinin profesyonel olmayanlar için işe yarayan bir teknik olduğu ve odaklanma ve verimli çalışma konusunda profesyonel düzeye erişmiş kimseler için işlevsel olmayan bir metot olduğu fikri idi. Ama yazının akışında yıkıcı bir tonda ilerlediğimi farkettim. Bu iddiamı yapıcı bir eleştiriye çevirerek profesyonel odaklanıcı olma yolunda yeni başlayanlar için Pomodoro tekniği ne ölçüde, nereye kadar elverişli bir zaman yönetimi aracına dönüştürülebilir sorusu etrafında ilerleyecek şekilde çevirdim. Bu farkındalıklı değişim, bakış açımı ve bu bakış açısını yansıtma şeklimi gözden geçirmemi sağladı. Ayrıca, aslında çokça maruz kalıp nefret ettiğim bir tartışma tarzının farkında olmadan nasıl beni etkisi altına aldığını da farketmiş oldum. Pomodoro bir kez daha gönlümü kazandı 🙂

Eğer odaklanma konusunda yola yeni başlamış sayılan birinin (yani 2012’deki ben) Pomodoro tecrübesini ve yorumunu okumak isterseniz buyrun: https://wordpress.com/post/sevcanozturk.com/300

  1. “Gerçekten verim elde ederek, bir sonuca vararak, derin odaklanarak, mesafe katederek işimizle meşgul olduğumuz, zihnimizde bir tatmin hissi, bir doymuşluk hissi yaşadığımız zaman dilimi çalıştığımız zaman dilimidir. Çalışmak, zihnin sınırlarını zorlamak ve bu zorlanmadan keyif almaktır. Bir nevi “akış”ta olmak halidir bu.** Gerçekten ürettiğimiz ve ürettiğimizi hissettiğimiz zaman dilimi budur. Bu zaman diliminde içinde bulunduğumuz mekandan ve zamandan kopmalar yaşarız. Sadece yapmakta olduğumuz iş vardır önümüzde.”  ↩︎

Photo by Marcelo Leal on Unsplash

Vasatlık ve Vasatı Aşmak Üzerine

2000’li yılların başından bugüne kadar yazılmış self-help ya da kişisel gelişim literatürünün bazı anahtar kelimeleri vardır. Bu anahtar kelimelere çoğu zaman bu alandaki kitapların isimlerinden hareketle ulaşabilirsiniz. Misal: productivity (verimlilik ya da üretkenlik), habit (alışkanlık), time management (zaman yönetimi), focus (odaklanma)… vs.

Şimdi tam bir ileri görüşlülükle (!) ulaştığım ve alanın anahtar kelimeleri arasında yer almaya aday bir kavram ile karşınızdayım: Mediocre yani Vasat.

Biraz önce saydığım anahtar kelimelerin her biri olumlu bağlamlarda ele alınan ya da olumlamalar içeren ifadeler. Mesela verimlilik arttırılan, odaklanma geliştirilen, zaman yönetilebilen birer unsurdur. Alışkanlık ise bu üçünün gerçekleşmesi için yardım eden güçlü bir araçtır. Mesela alışkanlık konusunu ele alan self-help kitaplarının neredeyse tamamı, kötü alışkanlıklara ya hiç değinmez ya da üstün körü değinir. Asıl mesele neredeyse her zaman alışkanlığın iyi yönde inşa edilmesidir. Fakat tüm bu olumlamalara karşın vasat, ne arttırılan, ne geliştirilen ne de zaman gibi düzenlenebilen bir şeydir. Vasat, mütemadiyen olumsuzlanan bir ifadedir. Vasat aşılması gereken bir haldir. Ne demek istediğimi, aşılması gereken bir hal olarak vasat kavramını incelediğim bu yazının akışında daha iyi anlayacaksınız.

Vasat ifadesi ne anlama gelir, sorusundan hareketle başlayalım. TDK vasat kelimesi için yalnızca bir karşılık yazmış: orta. Kelime kökeni itibariyle tam olarak “orta” anlamına geliyor. Bu ifadeyi hangi bağlamlarda kullandığınızdan hareket ederek düşünün:

– Film nasıldı? – Vasat.

– Yemekler nasıldı? – Vasat.

Bu örneklerde cevap olarak verilen vasatın yerine “orta” kelimesini koyduğunuzda anlam sizce birebir karşılanıyor mu? Çoğu zaman hayır. “Orta” tam olarak “ne iyi ne kötü” anlamına gelirken, günlük dilde “vasat” dediğimizde hem ne iyi ne kötü hem de biraz daha kötüye yakın olma durumlarını kastediyoruz. Her ne kadar doğru olmayan bir kullanım olsa da bu, kelimenin zihinlerde bıraktığı iz, iyiye yakın olmaktan ziyade orta ve kötüye yakın olma haline karşılık geliyor. Vasatlık kelimesinin tam İngilizce karşılığı olan mediocrity ifadesini Cambridge sözlük “çok iyi olmama hali” olarak tanımlıyor. Neden “çok kötü olmama hali” olarak tanımlamıyor? Çünkü vasat ifadesi kötü olmama değil; iyi olmama durumlarında kullanılan bir ifade. Referans noktamız “kötü” değil; “iyi”.1

Olaylara, eşyaya ya da tecrübelere değer biçmek için kullandığımız vasat ifadesi artık çok yaygın bir şekilde insanlara değer biçmek için de kullanılıyor. Bu bağlamdaki yani insana yüklenen anlamıyla vasat, aşılması gereken bir hal, bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Cambridge sözlük vasat ifadesinin kişi için kullanımında şu tanımı yapıyor:

“A person that is not very good at something or not very good at anything in particular.”

“Bir şeyde çok iyi olmayan veya özel anlamda herhangi bir şeyde çok iyi olmayan kişi.”

İnsana atfedildiğinde vasatın karşılığı günlük dilde tam olarak yukarıdaki şekilde oluyor. Tanımın üç ayağı var:

1. Belirli/spesifik bir şeyde çok iyi olmamak,

2. Özel anlamda herhangi bir şeyde çok iyi olmamak.

3. Çok iyi olmak dışında tüm durumlar vasat dairesinin içerisinde kalıyor. Yani vasatın dışına çıkmak için sadece iyi olmak yetmiyor. Bu üçüncü ayak bence tartışılır bir durum ama ilk ikisi önemli. Burada da bu ilk ikisi üzerinden ilerleyeceğim.

Birincisi bir alan ya da iş merkezli bir ifade. İkincisi ise kişi odaklı bir tanım. Vasat olmak insan için kullanıldığında bu iki durumu da içeriyor.

Bu durumda vasatı aşmak ya da vasat üstü olmakla yani tanımdan hareketle “çok iyi” olmakla alakalı örnekler verelim:

– Futbolda Messi çok iyidir. — Futboldan (yani bir alandan ya da işten) bahsedildiğinde iyi olduğundan akla gelen kişi. Futbolda kim çok iyidir? sorusuna verilebilecek cevap.

– Messi futbolda çok iyidir. — O kişiden bahsedildiğinde iyi olduğu akla gelen iş. Messi neyde çok iyidir? sorusuna verilebilecek cevap.

Kendimize uygulayacak olursak birinci durum çok daha istisnai halleri içerir gibi görünse de aslında mikro düzeyde düşündüğümüzde öyle olmadığını görürüz. Mesela Tarih disiplini için düşünelim. Bu alandan bahsettiğimizde akla gelebilecek birkaç isim olabilir. Halil İnalcık, hatta İlber Ortaylı mesela. Fakat biz illa ki koskoca bir disiplinde adı sayılan kişilerden biri olmak zorunda değiliz vasat üstü kabul edilebilmek için. Tarih disiplini içerisinde çok daha dar bir alanda yaptığı iyi çalışmalarla anılan bir isim olmak da bu kategoriye girer pek tabi. Çok iyi bir doktor olarak isim yapmak var evet, fakat kardiyoloji branşında iyi olarak anılan isimlerden olmak da var.

İkinci durumu kendimize uygulayacak olursak ise, “ben …. da çok iyiyim” diyebileceğimiz bir durum gereklidir. Bizden bahsedildiğinde “Ali/Ayşe ….da çok iyidir.” denmesi beklenir. Bu durum birinci kategoriye nispeten daha mümkün ve erişilebilir görünse de daha belirsizdir. Çünkü birden fazla ihtimali içerebilir. Bir insanın çok iyi yani vasat üstü olduğu birçok alan olabilir. Bir kişi çok iyi bir beyin cerrahı olabilir ama bunun beraberinde çok iyi bir aşçı da olabilir. O yüzden eğer kariyer odaklı ya da profesyonel düzeyde düşünüyorsak birinci kategori esaslı hareket etmek gerektiği sonucu çıkabilir karşımıza.

Aslında hayatın birçok alanında mediocre yani vasat olmak sorun değil. Hatta çoğu alanda vasat olmak makul olan. Aşılması gereken bir durum olarak vasatlık, bizi tanımlayan işler söz konusu olduğunda gündeme geliyor. Bir akademisyenin tamir işlerinde vasat olması sorun olmaz ama akademisyenlik mesleğinde, özellikle çalışmalarını yürüttüğü alanda vasat olmaya razı olması sorunlu bir durumdur. Vasat olan ve bu durumdan rahatsız olmayan önemli bir kitle de var. Fakat kişinin bu durumu ne kadar kabul edebildiği ile ilgili tüm mesele.

Gelelim “vasat” kavramını anahtar kelime yapan nedenlere? Şöyle bir şey var: evet verimli çalışmalıyız, evet, odaklanma verimli çalışmanın en önemli parçalarından. Evet, zamanımızı iyi yönetmeliyiz; evet iyi alışkanlıklar edinmeliyiz. Fakat neden? İşte self-help literatürü burada tabir yerindeyse tıkanıyor. “Hedeflerimize ulaşmak için” gibi klişe bir cevap tatmin etmiyor. Çünkü hedeflerime ulaştığımda ne yapacağım? Doçent olduktan sonra ne yapacağım? Doktorayı bitirdikten sonra ne yapacağım? Edindiğim tüm verimlilik, odaklanma … vs becerilerim ne işe yarayacak? Nihayetinde herkese nihai bir hedef lazım ki bu hedef de aslında vasatı aşmak hedefi. Buraya yazıyorum: Tüm self-help ya da kişisel gelişim kitapları vasatı aşmak konusuna kaçınılmaz olarak yoğunlaşacak 🙂 Zaten ayak sesleri yavaştan duyulmaya başlandı.

Burada asıl sorumuz şu: Vasatı nasıl aşacağız?

Bu soruya ve muhtemel cevaplara aslında zaman zaman paylaşmayı planladığım yazılarda değinmeyi düşünüyorum nasipse. Aslında vasatı aşmayı ya da vasat üstü olmayı yukarıda ele aldığım iki kategori ile sınırlandırmak istemiyorum. Bunu da sonraki yazılarda göstermeyi hedefliyorum.

Burada altını çizmek gerekir ki, herkesin vasatı farklıdır. Herkes kendi içinde bulunduğu ortamın şartları dahilinde vasatı aşabilir. Mesela, vasat bazı insanlar için sadece ayda bir kitap okumakla aşılabilecekken, bazıları için o kişinin okuduğu kitabı yazmak vasatı aşmaktır.

Altını çizmek gereken bir diğer mesele de şu: vasatı aşacağız ama vasatla bağımızı hiç koparmayacağız. Çünkü çoğu zaman vasat bizim konfor alanımıza dahil olan şeyleri tanımlar. İnsan konfor alanından çıksa bile bu alana her zaman ihtiyaç duyar. Bu yüzden vasat ile bağı da tamamen koparamayız. Misal; her hafta izlediğimiz diziyi vasatı aşmak uğruna terketmek zorunda değiliz; bu davranış bizi vasata hapsetmediği sürece.

Photo by Jonathan Ouimet on Unsplash

  1. Meselenin farklı boyutlarına, mesela orta olma halinin, aşırılıklardan kaçınmanın, mutedil kalmanın önemine vs. boyutlarına girmeyeceğim. Zira vasat kelimesini doğrudan, dümdüz günlük dildeki kullanımından hareketle ele alıyorum ve meselenin bizim kendi literatürümüzdeki itidal hali ile ilgisi olmadığının altını çiziyorum. ↩︎

“Akıllıca” Çalışmak Üzerine – III: Sistem İnşa Etme

Akıllıca çalışmakla ilgili buraya kadar iki konu üzerinde durduk:

  1. Özellikle zihin faaliyetleri içeren işlerle meşgul olan kişiler yani zihin işçileri için çalışmanın, kabaca, derin odaklanarak, zihin kapasitelerini zorlayarak, zihinlerinin sınırlarını hissettikleri esnada gerçekleşen ve nihayetinde üretim yaptıkları ya da ilerleme ortaya koydukları bir eylem olduğunu ve akıllıca çalışmanın da bu esnada meydana geldiğini görmüştük.
  2. Zihin işçilerinin günlük çalışma rutinleri ile akıllıca çalışma arasında uyumun inşasında iki tür özfarkındalığın etkin rolünü açığa çıkarmıştık. İç-gözlem aracılığıyla gün içerisindeki en verimli çalışma zamanının tespit edilmesi ve günlük derin odaklı çalışmanın sınırlı bir süre için (ortalama dört saat) mümkün olduğunun bilincinin korunması, bahsi geçen iki tür farkındalığın içeriklerini oluşturmaktaydı.

Bu iki konuyu çalışma öncesi arkaplanın oluşturulması olarak düşünebiliriz. Şimdi ise, çalışmamızın mahiyetini belirleyecek olan yani çalışmanın “akıllıca” olmasını sağlayacak olan ve arkaplan olmaktan ziyade çalışma esnasında gündeme gelen unsurlara değinerek yazı dizisini sonlandıracağım.

Daha önce de belirttiğim gibi, burada yazdıklarım – aksi yönde kaynak belirtmediğim sürece – odaklı çalışmayı meslek edinmiş bir akademisyen olarak uzun yıllar içerisinde edindiğim tecrübe ve donanıma dayanmaktadır.

Akıllıca çalışmanın günlük hayata entegre edilmesinin çalışma esnasında devreye giren parçası, sistem inşasıdır. Yani en verimli çalıştığımız zaman dilimine yerleştirdiğimiz ve süre olarak ortalama dört saatle sınırlı olan çalışma faaliyetimizin günlük hayatla uyum içerisinde sürmesi için yapmamız gereken şey bir çalışma sistemi inşa etmektir.

Sistemin üzerine inşa edileceği birbirinden bağımsız fakat birlikte çalışması gereken iki temel var. Bunlar:

  1. Süreklilik
  2. Odaklanma

Süreklilik ve odaklanma, her ikisi de birbirlerinden bağımsız olmamakla beraber üzerinde ayrı ayrı çalışılması ve geliştirilmesi gereken alanlardır. Bu iki temel üzerine oturtacağınız sağlam bir çalışma sistemi size belki de hayatınız boyunca az zamanda nitelikli işler ortaya koyabilme fırsatı sunacaktır.

Sistemi inşa ederken bahsi geçen iki temel arasında ilk olarak üzerinde durmanız gereken süreklilik faktörüdür. Çünkü süreklilik, ikinci temel olan odaklanmanın mümkün hale gelmesinde de önemli rol oynar.

Süreklilik, zaman kavramı ile yakından alakalı bir ifadedir. Süreklilik zamana bağlı olarak ve zamanın içerisinde meydana gelir. Bu kavramın günlük dildeki karşılığı da kesintisiz ve ayrıca düzen içerisinde olma durumlarını içerir. Buradan kolayca anlaşılacağı üzere, çalışmanın sürekliliği, kesintisiz ve düzenli olmasını ifade eder. Her gün (iş gününü kastediyorum) ve hep aynı zaman diliminde çalışmaya başlamanız ve bunu imkan dahilinde kesintisiz şekilde gerçekleştiriyor olmanız çalışma alışkanlığınızın karakterinin oluşmasını sağlayacaktır. Nasıl ki hangi saatte kahvaltı yapmaya alışkınsak o saatte gerçekten acıktığımızı hissederiz, hangi zaman diliminde çalışmaya alıştıysak o zaman diliminde çalışmaya başlamamız alışkanlık haline gelecektir.

Sürekliliğin oturtulması ilk zamanlar hassasiyetle üzerinde durulması gereken bir konudur. Sürekliliğin sağlandığı ilk birkaç aydan sonra çok uzun aralar verilmediği sürece kaldığınız yerden devam etmeniz oldukça kolay olacak. Ama süreklilik ilk birkaç ay kararlılıkla, en az beş ardışık gün, tercihen hafta içi muhakkak sağlanmalı.

Çalışmanın eylemsel olarak süreklilik kazanması yani bir anlamda alışkanlık haline getirilmesi odaklı çalışmayı kolaylaştıran temel etkenlerden biridir. Çalışma vaktinin geldiğinin mesajı zihnimizin odaklanmaya hazır hale gelmesini de sağlayacak. Yani odaklanma, her ne kadar sistemli ve verimli çalışmanın bağımsız ikinci temelini teşkil etse de, sürekliliğin devamında bazen kendiliğinden beliren bir sonuç olabiliyor. Odaklanmayı kolaylaştıran en önemli adımlardan birisi, önceki yazıda bahsettiğim Parkinson Yasası’na dayalı olarak elimizdeki zamanın kısıtlı olduğu bilincidir. İşinizi yapmak için belirli ve sınırlı zamanınızın olduğunu bilmek, işin başına geçtiğinizde dikkatinizi dağıtacak faktörlerin daha az ilginizi çekmesini sağlıyor. Bu da odaklanmanın daha kısa bir zaman diliminde başlamasına yardımcı oluyor. Fakat odaklanmanın sağlanması sadece bu unsurlara bağlı olarak ortaya çıkmıyor. Belirli araçlar yardımıyla süre tutarak çalışmak, not almak, ödül vermek odaklanmayı olumlu etkileyen faktörler arasında sayılabilir. [Not: Daha önce Çalışma Şeklinizi “Sığ”dan “Derin”e Dönüştürmek için 3 Öneri yazımda odaklanmayı kolaylaştıracak bazı faktörlere değinmiştim.]

Peki inşa etmeye çalıştığınız sistemin tamam olduğunu ve oturduğunu nasıl anlayacaksınız? Her gün o saatte kendinizi çalışmanıza yönelmiş şekilde bulunca ve çalışmanızın başına oturur oturmaz odaklanmaya başladığınızda bu iş olmuş demektir.

Umarım bu üç yazıdan oluşan seri günlük çalışma rutinlerinizi gözden geçirmeniz konusunda uyarıcı olma amacını gerçekleştirmiştir.

Herkese verimli ve odaklı çalışmalar dolu bir yıl dileklerimle!

kapak fotosu: Photo by Markus Spiske on Unsplash

Yeni Yıl Kararları (+ İndirilebilir Verimlilik Planlayıcısı Hediye)

Her yeni yılın başında adettendir; biten yıl değerlendirilir, gelen yıl için yeni kararlar alınır. Genellikle sağlıklı beslenme, tasarruflu olma, spor yapma… vs. şeklindedir yeni yıl kararları ya da hedefleri. Bir hevesle kararlar uygulanmaya başlanır ama genellikle henüz Ocak ayı bitmeden birçok hedef yarıda kalır. Sırf bu yarım bırakma ihtimalinden dolayı yeni yılda karar almayı bıraktım, son birkaç yıldır. Onun yerine bu yıl, geçmişte bana iyi gelen, zamanımı iyi kullanmama yardım eden, her gün bir öncekinden daha iyi bir hale gelmeme yardım eden fakat bir şekilde bana olan katkılarının yeterince farkına varmadığım ve yeterince ciddiye almadığım alışkanlıklarımı daha etkili hale getirmeye karar verdim.

Bu alışkanlıklarımı gözden geçirdiğimde karşıma, tüm hepsinin tek bir çatıda toplandığını, aslında tek bir alışkanlığın neticesinde ortaya çıkmış olan iyi alışkanlıklar olduklarını gördüm. Bu tek çatı alışkanlık, ajanda ya da daha popüler ifadeyle planlayıcı kullanmak.

Düzenli olarak ajanda kullanmak son yıllarda edindiğim en iyi alışkanlıklardan oldu. Odaklanma yeteneğimi ajanda kullanarak geliştirdim. Erken kalkma alışkanlığımı ajanda kullandığım için edinebildim. Zamanımı neye harcadığımı, neyi hayatımdan çıkarıp hangi alanda kendimi geliştirmem gerektiğini hep ajandalarım sayesinde gördüm. Fakat, yıllar boyunca kullanmama rağmen ajanda tutmanın hayatıma bu kadar fazla anlam kattığını ne hikmetse tam anlamıyla yeni fark ediyorum. Bunu fark etmemin sebebi ise, son üç aydır ajandamı neredeyse hiç kullanmıyor olmam.

O yüzden yeni yıl için tek bir hedefim var: Ajanda kullanma alışkanlığının, hayatıma kazandırmayı istediğim diğer alışkanlıkların yerleşik hale gelmesindeki rolünün daha fazla farkında olmak ve bu farkındalıkla bu alışkanlığımı bir anlamda güncellemek.

Yani kısacası, yeni yılda, ömrüm vefa ettiği sürece inşallah benim hedefim, ajanda/planlayıcı kullanma işini her zamankinden daha sıkı tutmak ve bir sürü hedefle uğraşmak yerine tek bir hedefe odaklanmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamak.

Uzun yıllardır ajanda kullanıcısı olduğum için bana iyi gelen yöntemleri ve bana nelerin iyi geldiğini de tespit ettim. Mesela bir çalışma günümde ne yaptığım ve tekrar çalışmaya oturduğumda, ertesi gün ya da başka bir gün, nereden devam etmem gerektiğinin bilgisi, kaç saat derin odaklı çalıştığım, güne biçtiğim verimlilik değeri, o gün sabah kaçta kalktığımın bilgisi, gün içerisinde gözüme çarpan ve unutmama ihtiyacı duyduğum kişisel ya da işle ilgili herhangi bir şey, haftalık değerlendirmeler, sonraki hafta için göz önünde bulundurulması gerekenler, neyi tamamladığım, neyi başardığım, hangi konu üzerinde kendimle ya da işimle alakalı olarak daha fazla çalışmam gerektiği gibi bilgiler benim iyi alışkanlıklar kazanmamda etkili oldu. Ayrıca odaklanma kapasitemi de yine ajanda kullanarak geliştirdiğimi, zamanımın daha fazla kontrolünde olma duygusunun zamanı daha dikkatli kullanmaya beni götürdüğünü yıllar içerisinde yakinen gözlemledim. Benim için faydalı olan tüm bu konuların bir başkası için de faydalı olacağına inanıyorum.

Kişiselleştirmenin ajanda kullanımında önemli olduğunu düşünüyorum; fakat henüz kendine ait bir yöntem geliştirmemiş olanlar için en azından denenmiş ve işe yarayan yöntemlerin uygulanması oldukça önemli. Yani piyasada allı pullu, süslü ajandalar her zaman kullanışlı olmuyor. Bu yüzden ajanda kullanma alışkanlığı edinmek isteyen herkesin kendi ihtiyaçlarını gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum.

Yıllardır kullandığım ve yukarıdaki sorular etrafında oluşturulmuş planlama yöntemini içeren ve bizzat kendim tasarladığım indirilebilir bir ajanda/planlayıcı formatı sunuyorum, ihtiyaç duyanların hizmetine. Ben de bu formatı ve sayfaları kullanıyor olacağım. Kendim için İngilizce olarak tasarladım (çalışma alanım itibariyle İngilizce düşünmeye alışkın olduğum için) fakat hem İngilizce hem de Türkçe formatı da mevcut.

Bu planlayıcılar için kullanım önerim, ihtiyacınız olduğu gün ve hafta sayısı kadar sayfaları bastırmanız. Özellikle yatay şekilde her bir A4 kağıda 2 sayfa denk gelecek şekilde bastırıp ortadan keserek defter boyutlarına getirince oldukça kullanışlı oluyor. Bu sayfaları ister spiralli bir dosyaya koyun isterseniz sekreterlik dosya ile kullanın, daha sonra arşivleyin. En iyi tarafı tüm bir ajandayı ya da planlayıcıyı yanınızda taşımak zorunda olmamanız.

“Akıllıca” Çalışmak Üzerine-II: Özfarkındalık

Çok değil; akıllıca çalışarak daha fazla verim elde etmenin birinci adımı olarak, zihin işçileri özelinde çalışmanın ne anlama geldiği sorusu üzerinde durmuştuk ve, madem sınırlı bir odaklı çalışma kapasitesine sahibiz, sağlıklı ve kaliteli bir çalışma tarzını, yani “akıllıca” çalışmayı günlük hayatımıza nasıl entegre edeceğiz? sorusunda kalmıştık (burada). Bu yazının konusu da, kaldığımız yerden devam edecek şekilde, “akıllıca” çalışmayı günlük hayatımıza nasıl entegre edeceğimiz sorusu, yani günlük çalışma rutinlerimiz ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun ve bütünlüğün inşa edilmesi meselesi olacak. Bu yazıda bu uyum sürecinin zihni arkaplanını teşkil eden unsurlar üzerinde durmak istiyorum. Serinin son yazısı olacak olan bir sonraki yazıda ise çalışma esnasında devreye giren faktörleri ele alacağız. Burada yazdıklarım – aksi yönde kaynak belirtmediğim sürece – odaklı çalışmayı meslek edinmiş bir akademisyen olarak uzun yıllar içerisinde edindiğim tecrübe ve donanıma dayanmaktadır.

Günlük çalışma rutinlerimiz ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun inşasında rol oynayacak olan iki temel unsur var. Biraz sonra detaylandıracağım bu iki unsurun ortak özelliği, özfarkındalık temelli olmaları. “Özfarkındalık” tıpkı kendine güven anlamındaki “özgüven” teriminde olduğu gibi kendinin farkında olmak anlamına gelir. Kendinin farkında olmak, burada ele alacağımız haliyle, kelimenin tam anlamıyla bir iç gözlem yaparak bazı konularda kendimizi tanımayı içeriyor.

Günlük çalışma hayatımız ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun ve bütünlüğün inşa edilmesindeki birinci özfarkındalığı, yani kendimizi tanımayı, zihnimizi sorular eşliğinde gözlemlemek şeklinde gerçekleştireceğiz. Bu soruların genel çerçevesi şu şekilde: Gün içinde en çok hangi zaman diliminde zihnim daha berrak? Hangi zaman diliminde fiziksel olarak değil ama zihinsel olarak dinç hissediyorum? Gün içerisinde hangi zaman aralıklarında yaptığım işe yoğunlaşmakta daha az zorlanıyorum?… vs. Burada amaç, zihnimizin en verimli çalıştığı zaman dilimini tespit ederek tam kapasite çalışmamız gereken işlerimizi gün içerisinde bu bölüme yerleştirmek. Orayı tabir yerindeyse komple kapatmak. Çoğu insan için zihninin en berrak ve enerjik olduğu bu zaman dilimi sabah saatleri olmasına rağmen önemli bir kesim için bu zaman dilimi öğleden sonra olabilir. Hatta bir kesim için bu saatler gece herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Bu hem biyolojik saatimizle hem de alışkanlıklarımızla alakalı bir durum. Önemli olan biz hangi kesimdeniz, onun cevabını bulmak.

Burada karşımıza çıkabilecek bazı engeller var. Özellikle belirli mesai saatleri içerisinde çalışmak durumunda olanlar, kendi zamanlarını kendileri dizayn etme lüksüne sahip olamayabilirler. Mesela sizin o en verimli olduğunuz zaman dilimine hooop bir toplantı konulabilir. Böyle durumlarda alınabilecek iki önlemden bahsedebiliriz. Birincisi, eğer o zaman dilimini her gün işgal etmeyecekse bu tarz işler, göz yumulabilir. İkincisi, eğer gerçekten bu zaman dilimi size ait değilse, düzenli olarak işgal altındaysa kendi biyolojik saatiniz üzerinde oynamalar yapmak durumundasınız. Güzel haber ise, biyolojik saat biraz çaba ile değiştirilebilir, üzerinde oynamalar yapılabilir bir parçamız. Eğer sabah saatleriniz size ait değilse, zihninizi nasıl öğleden sonraları dinç tutabilirsiniz, bu meselenin üzerine eğilmeniz gerekecektir. Yani hem günün hangi diliminde daha verimli çalışabildiğimizi tespit ederken hem de günün hangi zaman dilimi mevcut şartlar altında verimli çalışmaya en elverişli, onu tespit etmemiz gerekiyor.

Günlük çalışma hayatımız ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun inşa edilmesindeki ikinci özfarkındalık ise, ortalama bireyler olarak zihnimizin odaklı çalışma kapasitesinin 3-4-5 saatle sınırlı olduğu farkındalığıdır. Yani bir gün içerisinde gerçek anlamda verim elde ederek, derin odaklanarak, mesafe katederek işimizle meşgul olduğumuz, zihnimizde bir tatmin hissi, bir doymuşluk hissi yaşadığımız zaman dilimi ortalama 4 saate tekabül ediyor. Bu zaman sınırlaması verimlilik açısından hafife alınmayacak kadar önemli bir unsur. Zira bu konuda Parkinson Yasası adı verilen çok meşhur bir yasadan bahsetmem gerekiyor.1 Parkinson Yasası’na göre bir iş her zaman bitirilmesi için verilen süre içerisine yayılır. Yani bir işi bitirmek ya da tamamlamak için 2 günlük süreniz varsa onu 2 günde bitirirsiniz. 10 gün süreniz varsa 10 günde bitirirsiniz. Muhakkak tecrübe etmişsinizdir bu durumu. O zaman elimde yalnızca 4 saatlik bir odaklı çalışma süresi olduğunu bilmek birim işi dört saatte bitirebilmem için temel kaide.

Parkinson Yasası’nı hem günlük çalışmamızı günün en verimli çalışabildiğimiz bir zaman dilimine yerleştirerek hem de 4 saatle sınırlandırarak devreye sokmuş oluyoruz.

Sonuç olarak, akıllıca çalışmanın birinci adımı çalışmaktan ne anladığımızı belirgin hale getirmek, ikinci adımı kendimizi tanımayı merkeze alan iki alanda özfarkındalık geliştirmektir. Bu özfarkındalık alanları, günün hangi zaman diliminde en verimli çalışabildiğimizi tespit etmek ve çalışma kapasitemizdeki sınırlılığın farkında olmayı içerir. Bu iki adım akıllıca çalışmanın gülük hayat ile bütünleştirilmesinde zihni arkaplanını teşkil ederken serinin üçüncü ve son yazısında akıllıca çalışmanın günlük hayatımızla uyum ve bütünlük içerisinde sürdürülmesini sağlayacak olan fakat bu sefer çalışma esnasında söz konusu olan faktörleri konu edineceğiz.

kapak fotosu: Photo by NEOM on Unsplash

  1. C. Northcode Parkinson, “Parkinson’s Laws”, South Dakota Law Review, 5 (1960). https://heinonline.org/HOL/LandingPage?handle=hein.journals/sdlr5&div=4&id=&page= ↩︎

“Akıllıca” Çalışmak Üzerine: Çalışmaktan Ne Anlıyoruz?

Akıllıca çalışarak üretebilmenin, nitelikli çalışmalar yapabilmenin tecrübeyle sabit yollarından bahsedeceğim bir yazı dizisi tasarlıyorum. Bu yolların yalnızca ders çalışanların değil, pür dikkat vermeyi gerektiren tüm zihin işleriyle, kendini zihin işçisi olarak tanımlayan yani zihinsel odaklanmayı zorunlu kılan işlerle meşgul herkesin uygulayabileceği yollar olduğunun altını çizmek isterim. Bu dizinin birinci adımı olarak “çalışmak nedir?” temel sorusunu içine alacak şekilde, günlük ne kadar çalışmanın makul sayılabileceği üzerine tartışan bu yazı ile başlamak isterim.

Her yerde, özellikle sosyal medyada sıkça karşılaşmaya başladığımız bir ifade var: Çok değil; akıllıca çalış. İçi boş bir söylem değil bu. Bu aslında global çalışma kültüründeki, ya da daha doğrusu “çalışma” algısındaki bir değişime işaret ediyor. İnsanlar artık uzun saatler boyu çalışmak istemiyorlar. “Hustle culture” olarak bilinen, 90’larda haydi diyelim 2000’lerin başlarında moda olan uzun saatler çalışma vurgusu ve sürekli stres hali artık “moda” olmaktan çıktı. Bunun yerine “well-being”, “self-care” gibi kavramlar yaygınlaştı. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi ama “kişisel gelişim” (personal development) diye adlandırılan alan bile daha yaygın şekilde “kendine-yardım” (self-help) adını almaya başladı. (Mesela personal development books yerine self help books kullanımında olduğu gibi). Bu belki de, “kişisel gelişim” kavramının “hustle culture”ın bir parçası olarak var olması ile ilgili bir sonuç. Hatırlayanlarınız olabilir; insanların istedikleri her şeyi elde edebilecekleri alt mesajını veren nörolinguistik planlama (nlp) diye bir akım vardı. Bu akımın “istediğin her şeyi yaparsın, taşı sıksan suyunu çıkarırsın, yeter ki sen iste” vurgusunun, başarısızlık durumunda özgüven yıkımını doğurması kaçınılmazdı. 16 yaşından beri “kişisel gelişim” alanında, özellikle o zamanın modası nlp konusunda okumalar yapan biri olarak benim en çok dikkatimi çeken şey, “kişisel gelişim”in “kendine yardım” şeklindeki dönüşümü oldu. Tüm bu yeni kavramların gündeme gelmesinden aslında şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanlar gelişmek istiyorlar, hep istiyorlardı; ama bunu artık çok çalışma ve çok stres kültürünün dayatması olarak değil; “kendi”lerine dönük bir şekilde içsel bir boyutta yaşamak istiyorlar. Bir taraftan dışarıdan değil; içeriden bir değişimi vurgularken, diğer taraftan özfarkındalık ve özşefkati içeriyor bu yeni çıkan kavramlar. Çok değil akıllıca çalışma vurgusunu da insanın kendisine şefkat ile yaklaşma girişiminin bir parçası olarak görüyorum. Çok da makul ve gerçekçi olduğunu düşünüyorum.

Geçenlerde twitterda bir paylaşım gördüm. Bir doktora öğrencisinin günde kaç saat çalışması gerektiğini söylüyordu ve bu 10-12 saat idi. Bu yazıyı yazmam konusunda aslında bana ilham veren de bu telkindi. Uyanık olarak geçirdiğiniz sürenin yarısını, hatta 2/3’sini çalışarak geçirme fikri beni, bu telkini ciddiye alacak olan kişiler, özellikle de öğrenciler açısından baktığımda rahatsız etti. Çoğu insanın, hele ki doktora yapan bir insanın bu kadar uzun saatler boyu çalışma lüksü bulunmuyor. Zira bunun mümkün olması için ciddi bir finansal desteğe ihtiyacınız var. Daha da ötesi, bu kadar uzun saatler boyunca çalışmak kısa vadede psikolojik ve fiziksel sağlık sorunlarını da beraberinde getiriyor.* Daha önce de söylediğim gibi, artık uzun saatler boyunca çalışmanın modası geçti. “Hustle culture” denilen akım, artık modern kültüre dair en fazla eleştirilen meselelerden biri hale geldi. Ayrıca belki büyük bir iddia olacak ama birisi uzunca bir süre (mesela doktora boyunca) günde 10 saat çalışarak bir şeyi başardığını ve bu işi yapan herkesin bu şekilde çalışması gerektiğini söylediğinde işin doğrusu bana bu gerçek dışılığa bir davet olarak görünüyor. Burada iki ihtimalden bahsedebiliriz; yıllarca günde 10-12 saat çalıştığını iddia eden bir kimse ya çok “çalışkan” ve “üretken” biri olarak görülmek istiyordur, kendisini ve yaptığı işi “özel” kılma çabasına giriyordur; ya da gerçekten 10-12 saat masa başında olduğu tüm süre boyunca çalıştığını ve bunu fiziksel ve ruhsal sağlığını koruyarak yaptığını düşünerek kendini kandırıyordur. Birinci ihtimal için pek üzerinde durulmaya değer bir durum yok. Fakat ikinci ihtimal önümüze çok önemli bir soruyu çıkarıyor:

Zihin işçileri, yani zihinsel odaklanma gerektiren işlerle meşgul kimseler için çalışmak nedir? Çalışmanın anlamı nedir? Bu gruptaki insanlar “çalışıyorum” dediklerinde neyi kastediyorlar? Çalışma eylemlerinin içeriği ne?

Tecrübelerimizden hareket ederek cevaplayabileceğimiz bir soru bu. Gerçekten verim elde ederek, bir sonuca vararak, derin odaklanarak, mesafe katederek işimizle meşgul olduğumuz, zihnimizde bir tatmin hissi, bir doymuşluk hissi yaşadığımız zaman dilimi çalıştığımız zaman dilimidir. Çalışmak, zihnin sınırlarını zorlamak ve bu zorlanmadan keyif almaktır. Bir nevi “akış”ta olmak halidir bu.** Gerçekten ürettiğimiz ve ürettiğimizi hissettiğimiz zaman dilimi budur. Bu zaman diliminde içinde bulunduğumuz mekandan ve zamandan kopmalar yaşarız. Sadece yapmakta olduğumuz iş vardır önümüzde. Gider geliriz. Bunun dışında kalan tüm işler, yalnızca “yapılacaklar” listesinden eksilecek maddelerdir. Değersiz midir? Kesinlikle hayır. Ama çalışmak mıdır? Biri bize ne yaptığımızı sorduğunda “çalışıyorum” diyebiliriz; ama bu sadece genel olarak “iş yapıyorum” anlamında bir çalışmaktır.

Peki gerçek anlamda böyle bir çalışma gün içerisinde kaç saat boyunca sürdürülebilir? 10 mu? 12 mi? Keşke öyle olsa, fakat maalesef kapasitemiz buna elvermiyor. Birçok yerde bilimsel araştırmalara göre odaklı çalışmanın 4 ve istisnai durumlarda 5 saat olduğu aktarılıyor.*** Zaten kişisel tecrübem de bunu destekler nitelikte. Ben çalışırken odak halini bir günde 3 bazen 4 saat sağlayabiliyorum. Günde 4 saat çalışarak İngiltere’de doktoramı bana tanınan süre sınırları içerisinde bitirdim. Aynı metotla bu sene, belki de daha önce hiç olmadığı kadar verimli bir yıl geçirdim. Uzunca bir süre, özellikle lisansüstü dönemimde çalışma kapasitemin sınırlı ve düşük olduğunu düşündüm. Özellikle “hustle culture”ın etkisinde kalmış biri olarak bu benim için bir yetersizliği ifade etmekteydi. Çünkü yapabildiklerime değil; yapamadıklarıma odaklanıyordum. 3-4 saatin sonunda zihnim çalışmayı bırakıyordu ve halen de öyle. Bana göre, bir de daha uzun süre çalışabilsem kim bilir neler yapacaktım. Daha uzun süre çalışsam da aslında pek de fazla bir şey yapamayacağımı, bir şekilde akıllıca çalışmanın yolunu bulmuş olduğumu, zihnimin yorulmasının aslında tam kapasite çalışması anlamına geldiğini daha sonra okuduklarımdan, izlediklerimden öğrendim. Daha verimsiz çalıştığım dönemler oldu mu, tabi ki oldu. Bu dönemlerin çalışarak geçirdiğimi zannettiğim, hatta çok daha uzun süre harcadığım fakat aslında gerçekte yukarıda bahsettiğim “akış” halini tutturamadığım, odaklanma meselesini yeterince dert edinmediğim zamanlar olduğunun altını çizmeliyim.

Yani asıl mesele gerçekten, çok çalışmak, uzun saatler çalışmak değil; akıllıca çalışmak.

E peki ne yapacağız? Madem bu kadar sınırlı bir odaklı çalışma kapasitesine sahibiz, sağlıklı ve kaliteli bir çalışma tarzını, kısacası “akıllıca” çalışmayı günlük hayatımıza nasıl entegre edeceğiz? Bu soruya da nasipse bir sonraki yazıda değinelim.

*”Working long hours” arama terimleriyle google scholar taramasında karşınıza onlarca bilimsel çalışma çıkacak bu konuda.

** Akış kavramı daha genel anlamda kullanıldığı için, yani çalışmanın aksine verim ya da sonuç elde etme kaygısı taşımadığı için doğrudan akış olarak tanımlamaktan kaçındım.

*** Bilimsel araştırmalarda birincil kaynak bulamadım, yalnızca ikincil kaynaklardan bu bilgiye eriştim. Eğer bildiğiniz bir kaynak varsa paylaşırsanız memnun olurum.

kapak fotosu: Photo by Damian Zaleski on Unsplash

Bizi Kendimize Getirecek Olan Metot: “5 Neden”

Ne yaparsanız yapın, çalışmanızdan gereken verimi alamadığınız, kendinizi toparlayamadığınız, zamanınızı boşa harcadığınızı hissettiğiniz dönemler olmuştur. Böyle dönemlerde sizi kendinize getirmeye yardım edecek bir metodu tanıtacağım bu yazıda: “5 Neden” metodu.

“5 neden” metodu aslında teknik ve mühendislik alanlarında, daha özelde motor üretim sistemlerinde kullanılmak üzere Toyota firmasında 1930’larda geliştirilen bir yaklaşım metodu. Motor çalışma sisteminde ortaya çıkan teknik herhangi bir problemin alt nedenlerinin tespit edilmesinde uygulanan bir metot bu. Biraz sonra örnekle anlaşılır hale getireceğim metot, genel hatlarıyla, bir problemin en temel sebebine ulaşmak amacıyla 5 kez “neden” sorusunun sorulmasını içeriyor. Kısacası zincirleme şekilde “neden öyle oldu, neden böyle oldu” sorularını 5 defa sorarak ilerliyor. Bu metot daha sonra yalnızca teknik alanlarda değil; uygulanması mümkün olan bütün alanların problem tespitine yönelik tüm girişimlerinde kullanılmaya başlanıyor. Madem öyle, neden bunu çalışma verimliliği alanına da uygulamayalım ki?

Burada özellikle altını çizmem gerekiyor ki, 5 neden metodu, ayan beyan ortada olan bir probleme çözüm bulmaktan ziyade, problemin tespit edilmesi amacına yönelik bir girişim. Fakat, aslında problemi doğrudan çözmeyi hedeflemese de, çözümde kilit rol oynuyor. Ortada bir problem varsa bunun kalıcı çözümü problemin nedeninin tespit edilmesinden geçer. Dolayısıyla problemin ortaya çıkmasının esas nedenini bulmak birinci adım, o nedeni nasıl ortadan kaldıracağımıza kafa yormak ancak ikinci adım olarak düşünülebilir.

Kendi meselemize dönecek olursak, elimizde bir problem, işlemeyen bir sistem var: Verimli çalışamamak, odaklanamamak, işin başına oturamamak… vs. verimli çalışmamızın önünde engel olarak tanımlanabilecek herhangi bir durum ya da hal. Bu metodun verimliliğin geliştirilmesinde nasıl işe yarayacağını bir zihin egzersizi aracılığı ile görmeye çalışalım:

Şu an elimde olan ve kurtulmak istediğim problemi çalışamamak hali olarak tanımlayalım.

1. Neden çalışamıyorum?

  • Çünkü çalışma isteğim yok.

2. Neden çalışma isteğim yok?

  • Çünkü kafamı toparlamakta ve odaklanmakta güçlük çekiyorum.

3. Neden odaklanmakta güçlük çekiyorum?

  • Çünkü aklıma takılan ve mütemadiyen zihnimi meşgul eden bir mesele var.

4. Neden aklıma takılan bir mesele var/ Neden …. meselesi neden zihnimi meşgul ediyor?

  • Çünkü tamamlanması gerekiyor ve henüz tamamlamadım.

5. Neden henüz tamamlamadım?

  • Çünkü, vakti gelmedi = O zaman vakti gelene kadar zihnimden kaldırıp çalışmama dönebilirim.
  • Çünkü şu an yapma imkanım yok = O zaman yapma imkanım olana kadar zihnimden kaldırıp çalışmama dönebilirim.
  • Çünkü erteliyorum = o zaman önce yapmam gereken ve ertelediğim işi yapıp sonra esas işime dönebilirim.

Ben burada bir örnek verdim ama “neden” sorularına verilebilecek çok çeşitli cevaplarla çok çeşitli şekilde düşünülebilir bu. Aslında bir tür kazı yapma gibi de kabul edebiliriz bunu. Eyleme ya da daha doğrusu eylemsizliğe dönüşen zihni durumumuzun altını kaza kaza çekirdeğe ulaşıyoruz. Nedenlerimizi tespit ettikten sonra işler gözümüze daha kolay görünüyor. Böylece ne gibi önlemler almamız gerektiğini net bir şekilde anlayabilme imkanı elde ediyoruz. İşe yaramazsa gelin beni bulun, dükkan burda 🙂

Çalışma Kültürümüzün Yeni Dönüştürücüleri: Kahveciler

2012’de alternatif çalışma mekanları üzerine yazdığım kısacık yazının bu sitenin en çok ziyaret edilen yazılarından biri olduğunu bilmek beni hep şaşırtıyor. Google üzerinden yapılan aramaların yönlendirmesiyle gelen ziyaretçilerin en çok cevabını aradıkları sorulardan biri farklı mekanda çalışabilme imkanı. Yazıyı yayınladığım ilk iki yılda 1500 farklı kişi sadece google arama terimleriyle bu yazıya ulaşmış. Halen google aramaları üzerinden ziyaretçi almaya devam ediyor. Bu yazının üzerinden 10 yılı aşkın süre geçti ve artık insanların alternatif mekan arayışlarını karşılayacak çok fazla seçenek ortaya çıktı. Bunlardan başlıcası hiç şüphesiz, kahveciler.

Üzerinde durmamız gereken bir mesele var; o da çalışma kültürümüzün dönüştüğü yeni karakter. Ya da belki daha doğru şekilde söylenecek olursa, çalışma kültürümüze eklenen ve giderek baskın bir hal almaya başlayan yeni alışkanlıklar. Bu yeni ortaya çıkmış çalışma kültürünün en temelde belirleyici olan unsuru ise mekan. Bu mekanın ana karakterini belirleyen unsur ise kahve. Demem o ki, artık artık kahveciler ya da “coffee shop”lar bizim yirmi birinci yüzyılda çalışma kültürümüzün yeni bir parçası haline gelmiş durumda. Fakat bu yeni çalışma kültürü bizi diğer birçok kültürel özelliklerde olduğu gibi diğerlerinden ayıran unsurlardan biri değil; aksine bizi diğerlerine benzeten bir alışkanlık olarak öne çıkıyor. Yani Amerika, İngiltere, Türkiye, özellike Japonya, Kore, Malezya gibi Uzak Doğu ülkelerinde neredeyse eş zamanlı olarak ortaya çıkmış olan bir akımdan bahsediyoruz. Kıta Avrupasının özellikle de bizzat gözlemleme imkanım olan Almanya ve İtalya gibi ülkelerin bu anlamda zamansal olarak biraz daha geriden takip ettiğini düşüyorum. Bunun aksine özellikle Türkiye’nin bu anlamda çok hızlı bir dönüşüm içinde olduğu açık ve net şekilde ortada. Bunun sebepleri arasında kanaatimce kahve kültürünün zaten bizde mevcut olması ve bir sınav ülkesi olmamız en etkili olanlar arasında. Yani o malum meşhur kahve zincirlerinin Amerika ve İngiltere’den sonra en fazla şubelerinin Türkiye’de bulunmasının sebepleri arasında da bunlar var aslında. Genellikle gençler arasında “özenti” olma, “havalı” görünme çabalarıyla ilişkilendirilse de, ticari kaygı güden bu mekanlar daha çok “sürekli” müşteriyi hedeflerler. Sürekli müşteri ise, ekonomik özgürlüğü büyük oranda kendi elinde olan ve çalışma koşulları uzaktan çalışmaya elverişli olan gruplardır. Bu gruplar arasında lisansüstü öğrencilerden mühendislere kadar geniş bir kitle yer alır. Siz bu gruplara mekanda geçirecekleri vakti verimli kılacak unsurlar (ideal sıcaklık, uygun müzik, masaya uğrayıp bölmeme…vs.) sağlarsanız oraya sürekli ve düzenli gelecek müşteri temin edersiniz. Meşhur zincirleri başarılı kılan hususlardan biri de bu öyle sanıyorum ki. Bir zamanlar yalnızca belli grupların hakim olduğu bu sektör bugün neyse ki yerli girişimcilerin sayesinde, yerli markaların da öne çıkmasıyla çok daha iyi seçenekler sunmakta. Bu da içtiğimiz kahvenin Müslüman kanı ve hatta inanır mısınız hiç kimsenin ve hiç bir canlının kanını dökmediğini bilerek gönül rahatlığıyla tüketmemize yardım ediyor.

Son zamanlarda her köşe başına açılan yeni kahvecilerin en çok dikkat çeken özellikleri neredeyse her masa altına ya da yakınına priz yerleştirilmiş olması, rahat masa ve oturma alanları ve hatta bazılarında masa lambasına kadar düşünülmüş olması. Hatta ve hatta bazıları özel cam bölmelerle mekanı sessiz çalışmak isteyenlere özel hale de getirebiliyor. Oldukça ferah ve rahat olan bu mekanların esas hitap kitlesi de böylece ortaya çıkıyor: çalışma amaçlı mekanı kullanacak sürekli müşteriler.

Birkaç yıl önce burada çalışmak yasaktır yazan İstanbul’da bir kahvecinin sosyal medyada şiddetle kınanıp protesto edildiğine şahit olmuştum. Tüm bunlar çalışma kültürümüzde ve ağırlıklı olarak ders çalışma kültürümüzde ortaya çıkan değişikliğin – ya da isterseniz kültürümüze eklenen unsurların deyin – önemli göstergeleri. Her mahalleye, her sokağa açılmaya başlanan sadece bir kahve alıp sabahtan akşama kadar tüm gününüzü geçirme imkanı sunan bu yeni mekanların gelecekte neye dönüşeceklerini ve neyi dönüştüreceklerini çok kısa bir zaman içerisinde göreceğiz.

Verimliliğin Düşmanı Tükenmişlik Karşısında Ne Yapalım?

Son zamanlarda çok yoğun çalıştınız. Çünkü yetiştirmeniz gereken işler, projeler var. Uzun zamandır hiç olmadığı kadar da verimli çalışıyorsunuz. Rutininiz belli. Sabah bir miktar çalışıyorsunuz, öğlen kısa bir ara verip öğleden sonra devam ediyorsunuz. Bu şekilde çokça iş hallettiniz ama daha halletmeniz gereken tonla iş de diğer tarafta bekliyor. Olsun, bu hızla giderse ben hepsini yetiştiririm, diyorsunuz. 

Sonra bir sabah uyandınız. Yataktan kalkamıyorsunuz. Kalkabiliyorsunuz da kalkmak istemiyorsunuz. Kahvaltı yapacaksınız, iştahınız yok. Evden çıkacaksınız, enerjiniz yok. İçinizde bir sıkıntı, sebebi yok. Hayır nazar değil. Yandınız.  Evet kelimenin tam alamıyla yandınız. Yabancıların deyimiyle you’re burnt out. Daha havalı bir ifadeyle; tükenmişlik sendromuna yakalandınız. Ya da yanıp tükenmenize ramak kaldı.

Tükenmişlik sendromu, bir çok kavram gibi hayatımıza, tahminimce, 2010’lardan sonra yani son on-on beş yılda girmiş bir kavram. Bundan önce kimse tükenmiyor muydu? Tükeniyordu tabi ki, ama iyi oluş halimiz hakkında sorgulamaya sanırım bu son on beş yılda hızlı bir giriş yapıldı. Yani “neden böyle hissediyorum” ve “bu konuda ne yapabilirim”, sorularının üzerinde daha fazla durulur oldu. Ben bu yargıya self-help kategorisindeki non-fiction kitapların basım tarihlerinden hareketle ulaşıyorum. Daha öncesinde, hatta ben lisedeyken bu tür kitapların genel mesajı başarabilirsin, her şeyi yapabilirsin, sen mükemmelsin vurgularıydı. Son yıllarda kaliteli yaşam, keyifli verimlilik, farkındalıklar, insanı anlama çabaları vs. konuları daha çok öne çıkmadı mı sizce de?

Tükenmişlik herkesin başına gelebilecek bir şey. Benim burada özellikle muhatabım olan grup zihin işçileri. Odaklı bir şekilde zihnini kullanarak iş yapmak ve bu işin sonunda bir ürün ortaya çıkarmak zorunda olanlar. Bir iş günü ya da öğrenim faaliyeti sonunda beden yorgunluğundan çok zihin yorgunluğu yaşayanlar. İşin psikolojik boyutlarından ziyade, tükenmişliğin verimli çalışmamızı, vaktimizi verimli kullanmamızı ve (iş ve akademik) yaşam kalitemizi olumsuz etkileyen boyutları bu yazının özel ilgi alanı.

Burada önemli bir esas var. Tükenmişliğinize çare aramadan önce tükenmiş olduğunuzu farketmeniz gerekiyor. Yani girişte bahsettiğim o bir anda gelen fiziksel ve duygusal durum değişikliğinin tükenmiş olduğunuz ya da tükenme sinyalleri verdiğiniz anlamına geldiğini öncelikle görmeniz gerekiyor. Eğer yoğun bir çalışma ve stres sürecinden geçiyorsanız ve spesifik olarak bir başka sebep yoksa ortada, zaten çok yüksek ihtimalle tükenmişlikten kaynaklı bir çöküş içindesiniz demektir.

Benim tükenmişlik sendromu tecrübem kısmen yüksek lisans, ama ağırlıklı olarak doktoranın sonlarına kadar uzanıyor. Nereden baksan bir 10-15 yılı var. Yani uzman tükenmiş de diyebilirim kendime. Benim sanırım şanslı yönüm, kendi ruh halime çok fazla kulak veren bir insan olduğum için (halk arasında ehli keyf de denir:) ) tükenme tıkırtıları duyduğum an önlem alıyorum. Tabi elimden geldiği kadar. Fakat karakter özelliklerine, yaşam koşullarına ve hatta yetiştirilme tarzına bağlı olarak çoğu insan bu tehlikeyi erken farketmeyebilir.

Tükenmişliğinizi ya da tükenmek üzere olduğunuzu farketmezseniz ya da görmezden gelirseniz ise, baktığım birçok araştırmaya göre, sizi bekleyen şey kronik bir mental çöküş durumu ya da bazen fiziksel çöküş. Bu çöküşlerin adına siz deyin depresyon, ben diyeyim panik atak. Siz deyin sebepsiz ağrılar, ben diyeyim çarpıntı.

Tükenmişlik tecrübemin bana verdiği yetkiye dayanarak böyle durumlarda uyguladığım bakış açıları ve çokça fayda gördüğüm, tamamen kendi tecrübelerime ve yorumlarıma dayalı, denemiş-uygulanmış yaklaşım metotlarından bahsedeceğim:

  1. En önemlisi: durumun geçici olduğunu unutmayın. Tükenmiş olmak bir daha yenilenemeyeceğiniz anlamına gelmiyor.
  2. Ara verin. O sıralar ne yapıyorsanız ara verin. Bu durum bekleyen son teslim tarihleri varken mümkün görünmüyor; çok iyi biliyorum. Fakat enerjik bir halde ve odaklı olarak yapacağınız 2 saatlik çalışmanın tükenmiş halde zoraki yapacağınız 4 saatlik çalışmadan daha verimli sonuçlar vereceğini unutmayın. [Odaklı çalışma konusunda Çalışma Şeklinizi “Sığ”dan “Derin”e Dönüştürmek için 3 Öneri yazıma bakabilirsiniz.] Dolayısıyla sizi kendinize getirecek kısacık bir ara bile çok şeyi değiştirebilir. Buna, çok bunaldığım bir zaman dilimine denk gelen çok sevdiğim bir ülkeye bir hafta sonu seyahatinin dönüşünde, 3 aylık işi 3 haftada bitirdiğimde bizzat şahit oldum.
  3. Terk edin. Eğer sürekli bu hal devam ediyorsa farklı bir yol takip etmeniz gerektiği anlamına gelebilir. Belki henüz sizi burn outa sürükleyen şey için hazır değilsinizdir. Belki henüz mevcut kapasiteniz ve koşullarınız o iş için elverişli değildir. Bir akademisyen olarak ve özellikle de karakter gelişimine özel ilgi duyan bir eğitimci olarak, kapasitenizin yeterli gelmediği bir konuda yeterli hale gelebilmek için çabalamanın önemini her zaman vurgularım. Fakat bu şey, eğer sizin zihin ve beden sağlığınıza kalıcı zararlar verme potansiyeli taşıyorsa, onu devam ettirmekte ısrar etmek akıllıca olmaz. Herkes her işi yapmasın. Bu farkı yani bir işe kendiniz zorlamanın size güç mü yoksa zarar mı vereceğini en iyi anlayacak olan sizsiniz. O vakti sizin için daha anlamlı olacak bir şeyde kullanmanız ise akıllıca olan. Emekleriniz boşa gitmez, aksine zararın neresinden dönerseniz kar.
  4. Ara vermek ve tamamen terketmek arasında bir başka çözüm önerisi: o işi olduğu gibi yarım bırakıp, o konu ile ilgili belirsiz bir geleceğe adım atın. Gidişata göre belki daha sonra geri dönmek ya da belki de hiç geri dönmemek isteyebilirsiniz. Bunu süreç içerisinde gözlemleyip anlayabilirsiniz.
  5. Sizi tükenme boyutuna taşıyan o işle ilgili hedeflerinizi gözden geçirin. Belki işleri daha geniş zamana yaymayı deneyebilirsiniz. Özellikle tamamlamanız için belirli bir tarih yoksa ya da yakın zamanda tamamlamanız gerekmiyorsa bu yol mantıklı olabilir. Mesela, bölümde yeni doğum yapmış bir doktora öğrencimiz, çalışmalarına bebeği ile devam edebileceğini düşünüp bir süre devam etti. Fakat, belli ki gerçekleri gördü ve çok akıllıca bir seçim yaparak kaydını bir yıl dondurdu. Bu süreçte devam etseydi kaybeden hem kendisi, hem bebeği hem de tezi olacaktı. Şimdi herkes kazandı.
  6. İşinizi küçük parçalara bölün. Belki de işin büyüklüğü sizi korkuttuğu için ümitsizlikle beraber bir zihin yorgunluğu yaşıyorsunuzdur. İşinizi halledilebilir küçük parçalara bölmek hem verimlilik hem de zaman yönetimi açısından size fayda sağlayacaktır. Tükenmeseniz bile her zaman uygulayabileceğiniz, tükenme noktasına varmanızın önüne geçecek bir yöntem. Bir çeşit önleyici sağlık hizmeti gibi düşünün.
  7. Benim için en çok işe yarayanlardan biri: eğer önünüzde bir deadline yani son tarih varsa o işi tamamladıktan sonrasını hayal edin. Ne kadar rahatlayacağınızı, ertelediğiniz işlerinize nasıl gönül rahatlığı ile döneceğinizi düşünün. Hatta belki kendinize ödül bile vaat edebilirsiniz.

Ben burada çalışma verimliliği ve yaşam kalitesi boyutlarıyla konuyu ele aldım ama psikolojik boyutları ile ilgilenenler şu yazılara bakabilirler:

https://anywhere.epam.com/en/blog/non-obvious-stages-of-burnout-you-might-be-ignoring

https://www.bustle.com/wellness/ignoring-burnout-risks-experts

Photo 1 by Hush Naidoo Jade Photography on Unsplash

Photo 2 by Gift Habeshaw on Unsplash

Photo 3 by Caleb Shong on Unsplash

Çalışma Şeklinizi “Sığ”dan “Derin”e Dönüştürmek için 3 Öneri

Bütün gün masanızın başında çalışmışsınızdır ama bir arpa boyu yol katedememişsinizdir.

Ya da, sadece iki saat oturmuşsunuzdur işin başına, ama günler sürecek kadar kısmını halletmişsinizdir çalışmanızın, tezinizin, makalenizin, artık ne ile uğraşıyorsanız.

Aslında mantıken tutarsız olan bu iki durumun kulağımıza tuhaf gelmemesinin bir sebebi var; o da, hepimizin hayatında bu iki durumu da mutlaka tecrübe etmiş olması.

2011’den beri paylaştığım bu blogda yıllar boyu hiç değişmeden yapmayı amaçladığım şeylerden biri de, birilerine, en az bir konuda farkındalık kazandırmak. Bu yazıda da çalışma alışkanlıklarınız ve şekliniz üzerine düşünmenizi sağlamak istiyorum.

Şu iki soruyla başlayalım o halde: Günde kaç saat çalışırsınız? Günde kaç saat gerçekten çalışırsınız?

Çok meşhur Deep Work kitabının yazarı ve aynı zamanda bir akademik olan Cal Newport bizi iki terimle tanıştırıyor: Derin İş ve Sığ İş (Deep Work vs. Shallow Work). Derin iş ya da çalışma yapmanız gereken ya da bitirmeniz gereken işlere tüm bilişsel kapasitenizle odaklanarak çalışmanızı ifade ederken, sığ iş ise genellikle odaklanma gerektirmeyen, dikkat gerektirmekle beraber sıkça dikkat dağılması içerebilen çalışma şeklini temsil ediyor. Sığ iş, zaman zaman gerekli olmakla beraber, bizi asıl odaklı şekilde sürdürmemiz gereken iş ve projelerimizden uzaklaştıran ve çalışmalarımıza çok fazla değer katmayan, daha uzun zamanda daha az kazanım elde ettiğimiz türden çalışmalar. Emaillere cevap verme, rapor tutma, toplantılar, hatta ve hatta sosyal medyayı kontrol edip durma bu sığ işler arasında yer alıyor. Bu sığ çalışma şekli bazen günlük çalışma rutinimizi o kadar işgal ediyor ki, saatlerce çalıştığımızı sanmamıza rağmen, asıl işimizde elle tutulur bir ilerleme göstermemiş oluyoruz. Bu durum da hiç ama hiç iyi hissettirmiyor. Tanıdık geldi mi?

Ben özellikle kariyerimin ilk yıllarında sığ işlerin zamanımı bu kadar işgal ettiğinin farkına varamadım. Ne zaman gördüm ki bir konferans sunum metni hazırlamak aylarımı alıyor; o zaman tabir yerindeyse kafama dank etti. Son birkaç yılımı bu konuda çok daha hassas şekilde geçiriyorum ve tahmin edebildiğimden çok daha fazla iş hallettiğime şahit oldum. Yılda bir makale tamamlayabilirken, 6 ayda iki makale, iki konferans sunumu yapabilir hale gelmiş olduğumu söylemem sanırım size de durumun ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeterli.

Bu konuda kendim bizzat deneme yanılma yöntemiyle bulup, uygulayıp, çok fayda gördüğüm 3 yöntemi paylaşıyorum:

1. Süre tutarak çalışmak:

Son birkaç yıldır süre tutarak çalışmayı alışkanlık haline getirdim. Süre tutmaya verimsiz çalıştığımı farkettiğimde başladım. Sonra süre tutmanın odaklanmamı kolaylaştırdığını ve başka şeylerle (telefon, sosyal medya vs.) daha az bölünmemi sağladığını gördüm.

İki türlü süre tutma yöntemim var. Birincisi, amacım ne kadar çalıştığımı görmek olduğu zamanlarda, süreyi 0’dan başlatıyorum. Herhangi bir ihtiyacım için masadan ayrıldığımda süreyi durduruyorum. Döndüğümde kaldığı yerden devam ettiriyorum. Böylece pür odaklı çalıştığım süreyi elde ediyorum.

Son bir yıldır ise, 90 dk. periyotlarla çalışmayı tercih eder oldum. Google’a timer yazıyorum, ilk çıkan ekrandan 90 dk. ayarlayıp geriye doğru sayıyor. Günde bu şekilde 2 oturum rahatlıkla yapabiliyorum, üçüncüyü yaptığım zamanlar da oluyor fakat bu durumda gerçekten beynim tükeniyor. Ama anlıyorum ki, gerçekten odaklı ve verimli çalışmışım.

Kilit nokta: Süreyi telefonunuzdan değil; başka bir araçtan ayarlayın. Telefonun en büyük dikkat dağıtıcı araç olduğunu unutmayın.

2. Yaptıklarınızın Notunu Tutmak:

Her gün çalışmanızın sonunda o gün kaç saat süre tutarak çalıştınız ve bu süre içinde neleri çalıştınız, neyi bitirdiniz ya da neye başladınız; kısacası neyi elde ettiniz, bunu düşünün ve bir yere not alın. Bir şeyi tamamlamış olma hissi sizi kesinlikle daha çok motive ediyor, işlerin dağınık bir düzen içinde değil de kontrollü bir düzen içinde ilerlemesi, kendi zamanınız üzerinde hüküm sürme kapasitenizi görmenizi sağlıyor. Bu da, tabi ki, daha odaklı ve verimli çalışmanıza yardımcı oluyor.

Kilit nokta: Günlük kazanımlarınızın notunu aynı defterde ve düzenli şekilde alın ve bu defter sevdiğiniz bir dizayna sahip olsun.

3. Kendinizi Ödüllendirmek:

Kazanımlarınızdan dolayı kendinize ödül sunmak da sizin sığ işlerden ziyade odaklı işlere kendinizi yöneltmenizde yardımcı olacaktır. Ödüllendirmeyi her gün olacak şekilde değil; mesela son zamanların en uzun süreli çalışmasını yaptığınızda, ya da bir işi sona erdirdiğinizde ve benzeri zamanlarda yapın. Ödüllendirme illa ki büyük ve pahalı şeylerle de olmak zorunda değil. Çok sevdiğim ama kalorisi yüksek olduğu için kaçındığım o bol şekerli kahve mesela çok güzel bir ödül oluyor benim için.

Kilit nokta: Küçük kutlamalar, büyük motivasyon araçları haline gelebilir. Kendinize her fırsatta küçük ödüller sunmayı ihmal etmeyin.

Kendiniz bu yöntemleri uygulayabilir, sizin için en çok fayda sağlayanları devam ettirip diğerlerini terk edebilir, ya da kendinize yeni yöntemler icat edebilirsiniz. Burada esas olan, sığdan derine transfer olmak zorunda olduğunuzu, en azından geri gelmeyecek zamanınızın hatrına farketmek.

Sevcan

Photo by Sonja Langford on Unsplash

Photo by Glenn Carstens-Peters on Unsplash

Photo by Ekaterina Shevchenko on Unsplash