Vasatı Aşmak – Sizi Vasattan Ayıran Haksız Avantajınız Ne?

Önceki yazılardan birinde vasat kavramının ne anlama geldiği üzerinde durmuştuk. ( Vasatlık ve Vasatı Aşmak Üzerine ). Tüm kendimizi geliştirme çabamızın arkasında kısa vadeli hedeflerin değil; daha bütüncül bir bakış açısı ile vasatı aşmak hedefinin olması gerektiğine değinmiştik.

Aşılması gereken bir durum olarak vasat kavramını ele aldığımızda karşımıza çıkan ilk soru vasatın nasıl aşılabileceği sorududur.

Vasatı aşmanın türlü boyutlarından ve araçlarından bahsedebiliriz. Bunlardan bir tanesini, iş (business) alanında yazılmış ödüllü bir kitabın ana teması olan ve çalışmaya da ismini veren “haksız avantaj” (unfair advantage) teriminden hareketle tartışabiliriz. Kitap her ne kadar iş dünyasını ve girişimcileri muhatap alsa da yazarların geliştirdikleri yaklaşım çok daha geniş bir alana uygulamaya müsait. Burada kitapta ele alındığı şekliyle adaletsiz avantajlarımızı nasıl vasatı aşmak için kullanabileceğimiz sorusunu ele alacağım.

Nedir haksız avantaj?

Haksız avantaj, meşgul olduğunuz bir işinizin ya da girişiminizin (kitap özelinde startupınızın) başarılı olmasını, ayakta kalmasını ve hatta benzerleri arasında öne çıkmasını sağlayan, size özgü olan ve dışarıdan etkiyle değişime açık olmayan, taklit edilemez bir takım niteliklerinizdir. Mesela, uzun boylu olmak bir basketbolcunun başarılı olmasında haksız bir avantajdır. Bill Gates’in küçük yaşında gittiği okulunda, dönemi için çok nadir bir durum olan bilgisayarın bulunması onun haksız bir avantajıdır. Bir şirketin büyüyüp gelişmesinde şirketi kuracak olan kişinin ekonomik olarak güçlü olması ya da güçlü yatırımcılarının olması bir haksız avantajdır. Hani coğrafya kaderdir diye bir deyiş yaygın hale geldi ya; işte coğrafya bir haksız avantajdır kimi zaman. Yüksek iq’ya sahip olmak bir haksız avantajdır. Kaliteli bir eğitim alma imkanına sahip olmak, iyi okullardan mezun olmak haksız avantajdır. Yani haksız avantajlar her zaman olmasa da çoğu zaman kendi kontrolümüzün dışında gelişen olaylarla sahip olduğumuz niteliklerdir.

Fakat haksız avantajların hemen altı çizilmesi gereken şöyle bir yanı da var; herkesin ama herkesin kendi kontrolünde olan ya da olmayan bir haksız avantajı vardır.

Şimdi asıl sorumuz olan vasatı aşmak meselesine dönelim. Bu yaklaşıma göre, herkesin bir haksız avantajı var. Böyle yapıcı bakış açıları beni heyecanlandırıyor. Çünkü adı her ne kadar haksız (ya da adaletsiz) avantaj olsa da, her bir bireye farklı türlerde verilmiş olduğu fikri, onun adalet sahibi bir varlık tarafından verildiğini apaçık ortaya koyuyor. İşin teolojik boyutunu bir tarafa koyalım; açık ve net şekilde söyleyebiliriz ki, her birimizin, birbirimizden bağımsız olarak, bize özgü ve değiştirilemez haksız avantajlarımızı tespit etmek ve bunlar üzerinde çalışmak bizim vasatı aşmamıza yardım edecek önemli araçlardandır.

Bu noktada haksız avantajların iki fonksiyonunu ele alabiliriz. Biri vasat üstü performans sergileyebileceğimiz bir işi belirlemede; ikincisi ise, yapmakta olduğumuz işi vasat üstü performansla nasıl sunabileceğimizi ya da yapabileceğimizi ortaya çıkarmakta rol oynuyor.

Birinci fonksiyon, kendinize, kendinizi gerçekleştirebileceğiniz yeni bir alan açmanızı sağlayacakken, ikincisi zaten içinde bulunduğunuz alanda öne çıkmanıza yardım edecektir. Bazen hatta belki de çoğu zaman bu ikisi birbirini besleyecektir.

Haksız avantajınızın ne ya da neler olduğunu belirlemek ise tamamen sizin elinizde. Kitapta bu Miles framework adı altında 5 kategoride ele alınmış. (M-money, İ-intelligence and insight, L- location and luck, E- education and expertise, S-status). Siz bunu daha genel çerçevede kendinize sorular yönelterek belirleyebilirsiniz. Kendimle ilgili birçok haksız avantajdan bahsedebilirim ve mesela bir tanesini söyleyeyim; şu an okumakta olduğunuz yazıları üretebilmek benim haksız avantajlarımdan biri. Her ne kadar kendi kontrolümde gibi görünse de, bu özel ilgi alanına sahip olmak çok da kontrolümde olan bir şey değil. Yazarken kendimi rahat ifade edebiliyor olmak yine doğrudan kontrolümde olduğunu söyleyebileceğim bir şey değil. Bunun altında ailesel koşullardan eğitim arkaplanına kadar bir sürü faktör yatıyor. Bu durumu beni vasattan ayıracak bir araç haline getirmek ise tamamen benim kontrolümde. Yazma pratiğimi burada geliştirip akademik çalışmalarıma bunu uygulamak beni vasattan ayırır. İnsanların ilham alıp hayatlarına uygulayabilecekleri teoriler üretmek ya da paylaşmak beni vasattan ayırır. Özel ilgi alanım olan self-help konusunda okumalar yapıp bunu yabancı dil hakimiyeti olmayan öğrencilerime iletmek beni vasattan ayırır. Bunlar sadece direkt aklıma gelenler. Oturup düşündüğümde çok daha fazlasını sayabilirim.

Peki sizin vasatı aşmanızı sağlayacak olan haksız avantajınız ne?

Photo by Den Harrson on Unsplash

POMODORO: Yeni Başlayanlar için Zaman Yönetimi Tekniği

Bu yazının konusu, “Pomodoro tekniği, odaklı çalışma konusunda profesyonel olma yoluna yeni başlayanlar için nasıl ve ne ölçüde elverişli bir zaman yönetimi aracı işlevi görür?” sorusunu, söz konusu tekniğin sınırları çerçevesinde ele almaktır.

Son zamanların en meşhur zaman yönetimi aracı olan Pomodoro tekniğini özetle açıklayayım: Üzerinde çalışacağınız konuyu belirliyorsunuz. 25 dakika süre tutuyorsunuz. Sürenin sonunda 5 dakika mola veriyorsunuz. Dört adet 25 dakikalık oturumun sonunda ise 30 dakikalık uzun bir mola veriyorsunuz. Her ne kadar orijinali 25 dakikalık oturumlara ek olarak 5’er dakikalık molalar içeriyorsa da bu süreleri kendiniz değiştirebiliyorsunuz. Temelde amaç, dikkat dağılmasına maruz kalmadan hem bedenen hem zihnen belirli süre sizi çalışmanın başında tutmak ve odaklanmayı hızlandırmak.

Şimdilerde çokça bilinen bu yöntem ben 2012’de burada bahsettiğim zamanlarda bu kadar uygulanır değildi (burada). Birkaç yabancı blogda görüp, beğenip, uygulayıp, burada bildiklerimi paylaşmıştım. Bu tekniği Türkçe’de ilk paylaşan kişi bendim desem abartmış olur muyum? Evet, olabilirim, çünkü araştırmadım. Fakat ilklerden olduğuma eminim. Yani çok eski Pomodoroculardanım.

Pomodoro tekniği özellikle odaklı çalışmaya yeni başlayanlar, bu konuda yeterli tecrübesi olmayanlar ya da dikkati çabuk dağılanlar için son derece elverişli bir yöntem. Bu yöntemin elverişliliğinin en temel sebebi, belirli sürede çok iş yapmanıza yardımcı olması. Ama bence daha da önemlisi, odaklanma yetinizin gelişmesini sağlaması. Zira, odaklanma geliştirilebilir bir kapasitedir. Bu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Pomodoro da, odaklanmanın geliştirilmesine katkı sağlayacak önemli bir yöntem. Bunu nasıl anlıyoruz? Bir süre sonra 25 dakikanın yetmemesinden, daha uzun süreli oturumlara ihtiyaç duyulmaya başlanmasından anlıyoruz.

Peki neden Pomodoro yeni başlayanlar için bu kadar elverişli olmasına rağmen, yeni başlamayanlar için elverişsiz ve tatmin edici olmayan bir yöntem?

Cevap aslında soruda gömülü. Pomodoro, odaklı çalışmaya yeni başlanmadığı için tatmin edici bir yöntem olmaktan çıkıyor. Tam da aslında Pomodoro’yu elverişli yapan sebepler yüzünden elverişsiz hale geliyor. Yani, daha fazla dolandırmadan söyleyeyim, odaklanma yetiniz belirli seviyeye ulaştığında Pomodoro yetersiz kalıyor. Sizi belirli bir noktaya ulaştırdıktan sonra Pomodoro size sarılıp, sırtınıza pat pat vurup, gözleri nemli bir şekilde sizi yolcu ediyor. Etmeli yani. Çünkü bu tekniğin bazı, tam olarak “bug”ları diyemesek de, zaafları var.

1. Pomodoro’nun zaaflarından birincisi otonomiye yani bireysel seçimlere yeterince alan açmaması. Evet, 25 dakika az gelirse bunu 45 dakika, 60 dakika gibi sürelere de çıkarabiliyorsunuz. Fakat odaklı çalışma süresini uzun tutan/tutmaya çalışan biri için yine de bu süreler çok tatmin edici olmuyor. Şahsen 90 dakikayı özellikle bilimsel arkaplanı sebebiyle daha elverişli buluyorum. 90 dakika sonunda ise 5 dakikalık mola, gözünüzü seveyim, yetmiyor. Zaten günde en fazla üç tane 90 dakikalık oturum yapabileceğiniz için – ki ben 2 tanede kesiliyorum – kaç dakika ara vermişim muhabbetine de girmek istemiyorsunuz.

2. Sık ara vermek, özellikle 60 dakikadan az sürelik oturumlarla çalışmak, mola süresinin sonunda her geri dönüşünüzü ayrı bir mesele haline getiriyor. İşi maraton havasına sokmak bir yana, her seferinde yeniden odaklanmaya çabalamak farkında olmasanız da ekstra çaba sarfetmenizi gerektiriyor. Evet, siz hevesle çalışmaya dönüyor olabilirsiniz, ama tenefüs zili çalar gibi çalışmayı kesip öğretmenler ziliyle geri dönmek pratikte, bu işlere yeni başlamayanlar ya da odaklanma yetisini bir noktaya ulaştırmış olanlar için zorlayıcı olabiliyor.

3. Benim açımdan en önemli sebebe gelince, Pomodoro tekniği “akış” halinin (flow state), akışta olmanın önünde bir engel olarak yer alıyor. Akış, özetle, ünlü psikolog Michaly Csikzentmihalyi’nin Flow kitabında ortaya attığı şekliyle, kişinin bir eylemi gerçekleştirirken zihninin içinde bulunduğu zamandan ve mekandan soyutlanması anlamına geliyor. Yani akış halini içeren ve önceki yazılarda akıllıca çalışmak konusunda bahsettiğim çalışmak anlayışına1 (burada) pek hizmet etmiyor.

Nihayetinde, Pomodoro odaklanma yetisini geliştirmeye yardımcı olan ama bir noktada veda edilmesi gereken bir yöntem. Bir zihin egzersizi olarak da düşünebiliriz. Kısa zamanda çokça iş halletmeyi sağlaması ise bonus olarak elimizde kalıyor.

Aslında bu yazı, başta, bir Pomodoro tekniği eleştirisi olarak tasarlandı. Temel iddiası Pomodoro tekniğinin profesyonel olmayanlar için işe yarayan bir teknik olduğu ve odaklanma ve verimli çalışma konusunda profesyonel düzeye erişmiş kimseler için işlevsel olmayan bir metot olduğu fikri idi. Ama yazının akışında yıkıcı bir tonda ilerlediğimi farkettim. Bu iddiamı yapıcı bir eleştiriye çevirerek profesyonel odaklanıcı olma yolunda yeni başlayanlar için Pomodoro tekniği ne ölçüde, nereye kadar elverişli bir zaman yönetimi aracına dönüştürülebilir sorusu etrafında ilerleyecek şekilde çevirdim. Bu farkındalıklı değişim, bakış açımı ve bu bakış açısını yansıtma şeklimi gözden geçirmemi sağladı. Ayrıca, aslında çokça maruz kalıp nefret ettiğim bir tartışma tarzının farkında olmadan nasıl beni etkisi altına aldığını da farketmiş oldum. Pomodoro bir kez daha gönlümü kazandı 🙂

Eğer odaklanma konusunda yola yeni başlamış sayılan birinin (yani 2012’deki ben) Pomodoro tecrübesini ve yorumunu okumak isterseniz buyrun: https://wordpress.com/post/sevcanozturk.com/300

  1. “Gerçekten verim elde ederek, bir sonuca vararak, derin odaklanarak, mesafe katederek işimizle meşgul olduğumuz, zihnimizde bir tatmin hissi, bir doymuşluk hissi yaşadığımız zaman dilimi çalıştığımız zaman dilimidir. Çalışmak, zihnin sınırlarını zorlamak ve bu zorlanmadan keyif almaktır. Bir nevi “akış”ta olmak halidir bu.** Gerçekten ürettiğimiz ve ürettiğimizi hissettiğimiz zaman dilimi budur. Bu zaman diliminde içinde bulunduğumuz mekandan ve zamandan kopmalar yaşarız. Sadece yapmakta olduğumuz iş vardır önümüzde.”  ↩︎

Photo by Marcelo Leal on Unsplash