“Akıllıca” Çalışmak Üzerine: Çalışmaktan Ne Anlıyoruz?

Akıllıca çalışarak üretebilmenin, nitelikli çalışmalar yapabilmenin tecrübeyle sabit yollarından bahsedeceğim bir yazı dizisi tasarlıyorum. Bu yolların yalnızca ders çalışanların değil, pür dikkat vermeyi gerektiren tüm zihin işleriyle, kendini zihin işçisi olarak tanımlayan yani zihinsel odaklanmayı zorunlu kılan işlerle meşgul herkesin uygulayabileceği yollar olduğunun altını çizmek isterim. Bu dizinin birinci adımı olarak “çalışmak nedir?” temel sorusunu içine alacak şekilde, günlük ne kadar çalışmanın makul sayılabileceği üzerine tartışan bu yazı ile başlamak isterim.

Her yerde, özellikle sosyal medyada sıkça karşılaşmaya başladığımız bir ifade var: Çok değil; akıllıca çalış. İçi boş bir söylem değil bu. Bu aslında global çalışma kültüründeki, ya da daha doğrusu “çalışma” algısındaki bir değişime işaret ediyor. İnsanlar artık uzun saatler boyu çalışmak istemiyorlar. “Hustle culture” olarak bilinen, 90’larda haydi diyelim 2000’lerin başlarında moda olan uzun saatler çalışma vurgusu ve sürekli stres hali artık “moda” olmaktan çıktı. Bunun yerine “well-being”, “self-care” gibi kavramlar yaygınlaştı. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi ama “kişisel gelişim” (personal development) diye adlandırılan alan bile daha yaygın şekilde “kendine-yardım” (self-help) adını almaya başladı. (Mesela personal development books yerine self help books kullanımında olduğu gibi). Bu belki de, “kişisel gelişim” kavramının “hustle culture”ın bir parçası olarak var olması ile ilgili bir sonuç. Hatırlayanlarınız olabilir; insanların istedikleri her şeyi elde edebilecekleri alt mesajını veren nörolinguistik planlama (nlp) diye bir akım vardı. Bu akımın “istediğin her şeyi yaparsın, taşı sıksan suyunu çıkarırsın, yeter ki sen iste” vurgusunun, başarısızlık durumunda özgüven yıkımını doğurması kaçınılmazdı. 16 yaşından beri “kişisel gelişim” alanında, özellikle o zamanın modası nlp konusunda okumalar yapan biri olarak benim en çok dikkatimi çeken şey, “kişisel gelişim”in “kendine yardım” şeklindeki dönüşümü oldu. Tüm bu yeni kavramların gündeme gelmesinden aslında şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanlar gelişmek istiyorlar, hep istiyorlardı; ama bunu artık çok çalışma ve çok stres kültürünün dayatması olarak değil; “kendi”lerine dönük bir şekilde içsel bir boyutta yaşamak istiyorlar. Bir taraftan dışarıdan değil; içeriden bir değişimi vurgularken, diğer taraftan özfarkındalık ve özşefkati içeriyor bu yeni çıkan kavramlar. Çok değil akıllıca çalışma vurgusunu da insanın kendisine şefkat ile yaklaşma girişiminin bir parçası olarak görüyorum. Çok da makul ve gerçekçi olduğunu düşünüyorum.

Geçenlerde twitterda bir paylaşım gördüm. Bir doktora öğrencisinin günde kaç saat çalışması gerektiğini söylüyordu ve bu 10-12 saat idi. Bu yazıyı yazmam konusunda aslında bana ilham veren de bu telkindi. Uyanık olarak geçirdiğiniz sürenin yarısını, hatta 2/3’sini çalışarak geçirme fikri beni, bu telkini ciddiye alacak olan kişiler, özellikle de öğrenciler açısından baktığımda rahatsız etti. Çoğu insanın, hele ki doktora yapan bir insanın bu kadar uzun saatler boyu çalışma lüksü bulunmuyor. Zira bunun mümkün olması için ciddi bir finansal desteğe ihtiyacınız var. Daha da ötesi, bu kadar uzun saatler boyunca çalışmak kısa vadede psikolojik ve fiziksel sağlık sorunlarını da beraberinde getiriyor.* Daha önce de söylediğim gibi, artık uzun saatler boyunca çalışmanın modası geçti. “Hustle culture” denilen akım, artık modern kültüre dair en fazla eleştirilen meselelerden biri hale geldi. Ayrıca belki büyük bir iddia olacak ama birisi uzunca bir süre (mesela doktora boyunca) günde 10 saat çalışarak bir şeyi başardığını ve bu işi yapan herkesin bu şekilde çalışması gerektiğini söylediğinde işin doğrusu bana bu gerçek dışılığa bir davet olarak görünüyor. Burada iki ihtimalden bahsedebiliriz; yıllarca günde 10-12 saat çalıştığını iddia eden bir kimse ya çok “çalışkan” ve “üretken” biri olarak görülmek istiyordur, kendisini ve yaptığı işi “özel” kılma çabasına giriyordur; ya da gerçekten 10-12 saat masa başında olduğu tüm süre boyunca çalıştığını ve bunu fiziksel ve ruhsal sağlığını koruyarak yaptığını düşünerek kendini kandırıyordur. Birinci ihtimal için pek üzerinde durulmaya değer bir durum yok. Fakat ikinci ihtimal önümüze çok önemli bir soruyu çıkarıyor:

Zihin işçileri, yani zihinsel odaklanma gerektiren işlerle meşgul kimseler için çalışmak nedir? Çalışmanın anlamı nedir? Bu gruptaki insanlar “çalışıyorum” dediklerinde neyi kastediyorlar? Çalışma eylemlerinin içeriği ne?

Tecrübelerimizden hareket ederek cevaplayabileceğimiz bir soru bu. Gerçekten verim elde ederek, bir sonuca vararak, derin odaklanarak, mesafe katederek işimizle meşgul olduğumuz, zihnimizde bir tatmin hissi, bir doymuşluk hissi yaşadığımız zaman dilimi çalıştığımız zaman dilimidir. Çalışmak, zihnin sınırlarını zorlamak ve bu zorlanmadan keyif almaktır. Bir nevi “akış”ta olmak halidir bu.** Gerçekten ürettiğimiz ve ürettiğimizi hissettiğimiz zaman dilimi budur. Bu zaman diliminde içinde bulunduğumuz mekandan ve zamandan kopmalar yaşarız. Sadece yapmakta olduğumuz iş vardır önümüzde. Gider geliriz. Bunun dışında kalan tüm işler, yalnızca “yapılacaklar” listesinden eksilecek maddelerdir. Değersiz midir? Kesinlikle hayır. Ama çalışmak mıdır? Biri bize ne yaptığımızı sorduğunda “çalışıyorum” diyebiliriz; ama bu sadece genel olarak “iş yapıyorum” anlamında bir çalışmaktır.

Peki gerçek anlamda böyle bir çalışma gün içerisinde kaç saat boyunca sürdürülebilir? 10 mu? 12 mi? Keşke öyle olsa, fakat maalesef kapasitemiz buna elvermiyor. Birçok yerde bilimsel araştırmalara göre odaklı çalışmanın 4 ve istisnai durumlarda 5 saat olduğu aktarılıyor.*** Zaten kişisel tecrübem de bunu destekler nitelikte. Ben çalışırken odak halini bir günde 3 bazen 4 saat sağlayabiliyorum. Günde 4 saat çalışarak İngiltere’de doktoramı bana tanınan süre sınırları içerisinde bitirdim. Aynı metotla bu sene, belki de daha önce hiç olmadığı kadar verimli bir yıl geçirdim. Uzunca bir süre, özellikle lisansüstü dönemimde çalışma kapasitemin sınırlı ve düşük olduğunu düşündüm. Özellikle “hustle culture”ın etkisinde kalmış biri olarak bu benim için bir yetersizliği ifade etmekteydi. Çünkü yapabildiklerime değil; yapamadıklarıma odaklanıyordum. 3-4 saatin sonunda zihnim çalışmayı bırakıyordu ve halen de öyle. Bana göre, bir de daha uzun süre çalışabilsem kim bilir neler yapacaktım. Daha uzun süre çalışsam da aslında pek de fazla bir şey yapamayacağımı, bir şekilde akıllıca çalışmanın yolunu bulmuş olduğumu, zihnimin yorulmasının aslında tam kapasite çalışması anlamına geldiğini daha sonra okuduklarımdan, izlediklerimden öğrendim. Daha verimsiz çalıştığım dönemler oldu mu, tabi ki oldu. Bu dönemlerin çalışarak geçirdiğimi zannettiğim, hatta çok daha uzun süre harcadığım fakat aslında gerçekte yukarıda bahsettiğim “akış” halini tutturamadığım, odaklanma meselesini yeterince dert edinmediğim zamanlar olduğunun altını çizmeliyim.

Yani asıl mesele gerçekten, çok çalışmak, uzun saatler çalışmak değil; akıllıca çalışmak.

E peki ne yapacağız? Madem bu kadar sınırlı bir odaklı çalışma kapasitesine sahibiz, sağlıklı ve kaliteli bir çalışma tarzını, kısacası “akıllıca” çalışmayı günlük hayatımıza nasıl entegre edeceğiz? Bu soruya da nasipse bir sonraki yazıda değinelim.

*”Working long hours” arama terimleriyle google scholar taramasında karşınıza onlarca bilimsel çalışma çıkacak bu konuda.

** Akış kavramı daha genel anlamda kullanıldığı için, yani çalışmanın aksine verim ya da sonuç elde etme kaygısı taşımadığı için doğrudan akış olarak tanımlamaktan kaçındım.

*** Bilimsel araştırmalarda birincil kaynak bulamadım, yalnızca ikincil kaynaklardan bu bilgiye eriştim. Eğer bildiğiniz bir kaynak varsa paylaşırsanız memnun olurum.

kapak fotosu: Photo by Damian Zaleski on Unsplash

One thought on ““Akıllıca” Çalışmak Üzerine: Çalışmaktan Ne Anlıyoruz?”

sizce?

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.