Vasatlık ve Vasatı Aşmak Üzerine

2000’li yılların başından bugüne kadar yazılmış self-help ya da kişisel gelişim literatürünün bazı anahtar kelimeleri vardır. Bu anahtar kelimelere çoğu zaman bu alandaki kitapların isimlerinden hareketle ulaşabilirsiniz. Misal: productivity (verimlilik ya da üretkenlik), habit (alışkanlık), time management (zaman yönetimi), focus (odaklanma)… vs.

Şimdi tam bir ileri görüşlülükle (!) ulaştığım ve alanın anahtar kelimeleri arasında yer almaya aday bir kavram ile karşınızdayım: Mediocre yani Vasat.

Biraz önce saydığım anahtar kelimelerin her biri olumlu bağlamlarda ele alınan ya da olumlamalar içeren ifadeler. Mesela verimlilik arttırılan, odaklanma geliştirilen, zaman yönetilebilen birer unsurdur. Alışkanlık ise bu üçünün gerçekleşmesi için yardım eden güçlü bir araçtır. Mesela alışkanlık konusunu ele alan self-help kitaplarının neredeyse tamamı, kötü alışkanlıklara ya hiç değinmez ya da üstün körü değinir. Asıl mesele neredeyse her zaman alışkanlığın iyi yönde inşa edilmesidir. Fakat tüm bu olumlamalara karşın vasat, ne arttırılan, ne geliştirilen ne de zaman gibi düzenlenebilen bir şeydir. Vasat, mütemadiyen olumsuzlanan bir ifadedir. Vasat aşılması gereken bir haldir. Ne demek istediğimi, aşılması gereken bir hal olarak vasat kavramını incelediğim bu yazının akışında daha iyi anlayacaksınız.

Vasat ifadesi ne anlama gelir, sorusundan hareketle başlayalım. TDK vasat kelimesi için yalnızca bir karşılık yazmış: orta. Kelime kökeni itibariyle tam olarak “orta” anlamına geliyor. Bu ifadeyi hangi bağlamlarda kullandığınızdan hareket ederek düşünün:

– Film nasıldı? – Vasat.

– Yemekler nasıldı? – Vasat.

Bu örneklerde cevap olarak verilen vasatın yerine “orta” kelimesini koyduğunuzda anlam sizce birebir karşılanıyor mu? Çoğu zaman hayır. “Orta” tam olarak “ne iyi ne kötü” anlamına gelirken, günlük dilde “vasat” dediğimizde hem ne iyi ne kötü hem de biraz daha kötüye yakın olma durumlarını kastediyoruz. Her ne kadar doğru olmayan bir kullanım olsa da bu, kelimenin zihinlerde bıraktığı iz, iyiye yakın olmaktan ziyade orta ve kötüye yakın olma haline karşılık geliyor. Vasatlık kelimesinin tam İngilizce karşılığı olan mediocrity ifadesini Cambridge sözlük “çok iyi olmama hali” olarak tanımlıyor. Neden “çok kötü olmama hali” olarak tanımlamıyor? Çünkü vasat ifadesi kötü olmama değil; iyi olmama durumlarında kullanılan bir ifade. Referans noktamız “kötü” değil; “iyi”.1

Olaylara, eşyaya ya da tecrübelere değer biçmek için kullandığımız vasat ifadesi artık çok yaygın bir şekilde insanlara değer biçmek için de kullanılıyor. Bu bağlamdaki yani insana yüklenen anlamıyla vasat, aşılması gereken bir hal, bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Cambridge sözlük vasat ifadesinin kişi için kullanımında şu tanımı yapıyor:

“A person that is not very good at something or not very good at anything in particular.”

“Bir şeyde çok iyi olmayan veya özel anlamda herhangi bir şeyde çok iyi olmayan kişi.”

İnsana atfedildiğinde vasatın karşılığı günlük dilde tam olarak yukarıdaki şekilde oluyor. Tanımın üç ayağı var:

1. Belirli/spesifik bir şeyde çok iyi olmamak,

2. Özel anlamda herhangi bir şeyde çok iyi olmamak.

3. Çok iyi olmak dışında tüm durumlar vasat dairesinin içerisinde kalıyor. Yani vasatın dışına çıkmak için sadece iyi olmak yetmiyor. Bu üçüncü ayak bence tartışılır bir durum ama ilk ikisi önemli. Burada da bu ilk ikisi üzerinden ilerleyeceğim.

Birincisi bir alan ya da iş merkezli bir ifade. İkincisi ise kişi odaklı bir tanım. Vasat olmak insan için kullanıldığında bu iki durumu da içeriyor.

Bu durumda vasatı aşmak ya da vasat üstü olmakla yani tanımdan hareketle “çok iyi” olmakla alakalı örnekler verelim:

– Futbolda Messi çok iyidir. — Futboldan (yani bir alandan ya da işten) bahsedildiğinde iyi olduğundan akla gelen kişi. Futbolda kim çok iyidir? sorusuna verilebilecek cevap.

– Messi futbolda çok iyidir. — O kişiden bahsedildiğinde iyi olduğu akla gelen iş. Messi neyde çok iyidir? sorusuna verilebilecek cevap.

Kendimize uygulayacak olursak birinci durum çok daha istisnai halleri içerir gibi görünse de aslında mikro düzeyde düşündüğümüzde öyle olmadığını görürüz. Mesela Tarih disiplini için düşünelim. Bu alandan bahsettiğimizde akla gelebilecek birkaç isim olabilir. Halil İnalcık, hatta İlber Ortaylı mesela. Fakat biz illa ki koskoca bir disiplinde adı sayılan kişilerden biri olmak zorunda değiliz vasat üstü kabul edilebilmek için. Tarih disiplini içerisinde çok daha dar bir alanda yaptığı iyi çalışmalarla anılan bir isim olmak da bu kategoriye girer pek tabi. Çok iyi bir doktor olarak isim yapmak var evet, fakat kardiyoloji branşında iyi olarak anılan isimlerden olmak da var.

İkinci durumu kendimize uygulayacak olursak ise, “ben …. da çok iyiyim” diyebileceğimiz bir durum gereklidir. Bizden bahsedildiğinde “Ali/Ayşe ….da çok iyidir.” denmesi beklenir. Bu durum birinci kategoriye nispeten daha mümkün ve erişilebilir görünse de daha belirsizdir. Çünkü birden fazla ihtimali içerebilir. Bir insanın çok iyi yani vasat üstü olduğu birçok alan olabilir. Bir kişi çok iyi bir beyin cerrahı olabilir ama bunun beraberinde çok iyi bir aşçı da olabilir. O yüzden eğer kariyer odaklı ya da profesyonel düzeyde düşünüyorsak birinci kategori esaslı hareket etmek gerektiği sonucu çıkabilir karşımıza.

Aslında hayatın birçok alanında mediocre yani vasat olmak sorun değil. Hatta çoğu alanda vasat olmak makul olan. Aşılması gereken bir durum olarak vasatlık, bizi tanımlayan işler söz konusu olduğunda gündeme geliyor. Bir akademisyenin tamir işlerinde vasat olması sorun olmaz ama akademisyenlik mesleğinde, özellikle çalışmalarını yürüttüğü alanda vasat olmaya razı olması sorunlu bir durumdur. Vasat olan ve bu durumdan rahatsız olmayan önemli bir kitle de var. Fakat kişinin bu durumu ne kadar kabul edebildiği ile ilgili tüm mesele.

Gelelim “vasat” kavramını anahtar kelime yapan nedenlere? Şöyle bir şey var: evet verimli çalışmalıyız, evet, odaklanma verimli çalışmanın en önemli parçalarından. Evet, zamanımızı iyi yönetmeliyiz; evet iyi alışkanlıklar edinmeliyiz. Fakat neden? İşte self-help literatürü burada tabir yerindeyse tıkanıyor. “Hedeflerimize ulaşmak için” gibi klişe bir cevap tatmin etmiyor. Çünkü hedeflerime ulaştığımda ne yapacağım? Doçent olduktan sonra ne yapacağım? Doktorayı bitirdikten sonra ne yapacağım? Edindiğim tüm verimlilik, odaklanma … vs becerilerim ne işe yarayacak? Nihayetinde herkese nihai bir hedef lazım ki bu hedef de aslında vasatı aşmak hedefi. Buraya yazıyorum: Tüm self-help ya da kişisel gelişim kitapları vasatı aşmak konusuna kaçınılmaz olarak yoğunlaşacak 🙂 Zaten ayak sesleri yavaştan duyulmaya başlandı.

Burada asıl sorumuz şu: Vasatı nasıl aşacağız?

Bu soruya ve muhtemel cevaplara aslında zaman zaman paylaşmayı planladığım yazılarda değinmeyi düşünüyorum nasipse. Aslında vasatı aşmayı ya da vasat üstü olmayı yukarıda ele aldığım iki kategori ile sınırlandırmak istemiyorum. Bunu da sonraki yazılarda göstermeyi hedefliyorum.

Burada altını çizmek gerekir ki, herkesin vasatı farklıdır. Herkes kendi içinde bulunduğu ortamın şartları dahilinde vasatı aşabilir. Mesela, vasat bazı insanlar için sadece ayda bir kitap okumakla aşılabilecekken, bazıları için o kişinin okuduğu kitabı yazmak vasatı aşmaktır.

Altını çizmek gereken bir diğer mesele de şu: vasatı aşacağız ama vasatla bağımızı hiç koparmayacağız. Çünkü çoğu zaman vasat bizim konfor alanımıza dahil olan şeyleri tanımlar. İnsan konfor alanından çıksa bile bu alana her zaman ihtiyaç duyar. Bu yüzden vasat ile bağı da tamamen koparamayız. Misal; her hafta izlediğimiz diziyi vasatı aşmak uğruna terketmek zorunda değiliz; bu davranış bizi vasata hapsetmediği sürece.

Photo by Jonathan Ouimet on Unsplash

  1. Meselenin farklı boyutlarına, mesela orta olma halinin, aşırılıklardan kaçınmanın, mutedil kalmanın önemine vs. boyutlarına girmeyeceğim. Zira vasat kelimesini doğrudan, dümdüz günlük dildeki kullanımından hareketle ele alıyorum ve meselenin bizim kendi literatürümüzdeki itidal hali ile ilgisi olmadığının altını çiziyorum. ↩︎

Yeni Yıl Kararları (+ İndirilebilir Verimlilik Planlayıcısı Hediye)

Her yeni yılın başında adettendir; biten yıl değerlendirilir, gelen yıl için yeni kararlar alınır. Genellikle sağlıklı beslenme, tasarruflu olma, spor yapma… vs. şeklindedir yeni yıl kararları ya da hedefleri. Bir hevesle kararlar uygulanmaya başlanır ama genellikle henüz Ocak ayı bitmeden birçok hedef yarıda kalır. Sırf bu yarım bırakma ihtimalinden dolayı yeni yılda karar almayı bıraktım, son birkaç yıldır. Onun yerine bu yıl, geçmişte bana iyi gelen, zamanımı iyi kullanmama yardım eden, her gün bir öncekinden daha iyi bir hale gelmeme yardım eden fakat bir şekilde bana olan katkılarının yeterince farkına varmadığım ve yeterince ciddiye almadığım alışkanlıklarımı daha etkili hale getirmeye karar verdim.

Bu alışkanlıklarımı gözden geçirdiğimde karşıma, tüm hepsinin tek bir çatıda toplandığını, aslında tek bir alışkanlığın neticesinde ortaya çıkmış olan iyi alışkanlıklar olduklarını gördüm. Bu tek çatı alışkanlık, ajanda ya da daha popüler ifadeyle planlayıcı kullanmak.

Düzenli olarak ajanda kullanmak son yıllarda edindiğim en iyi alışkanlıklardan oldu. Odaklanma yeteneğimi ajanda kullanarak geliştirdim. Erken kalkma alışkanlığımı ajanda kullandığım için edinebildim. Zamanımı neye harcadığımı, neyi hayatımdan çıkarıp hangi alanda kendimi geliştirmem gerektiğini hep ajandalarım sayesinde gördüm. Fakat, yıllar boyunca kullanmama rağmen ajanda tutmanın hayatıma bu kadar fazla anlam kattığını ne hikmetse tam anlamıyla yeni fark ediyorum. Bunu fark etmemin sebebi ise, son üç aydır ajandamı neredeyse hiç kullanmıyor olmam.

O yüzden yeni yıl için tek bir hedefim var: Ajanda kullanma alışkanlığının, hayatıma kazandırmayı istediğim diğer alışkanlıkların yerleşik hale gelmesindeki rolünün daha fazla farkında olmak ve bu farkındalıkla bu alışkanlığımı bir anlamda güncellemek.

Yani kısacası, yeni yılda, ömrüm vefa ettiği sürece inşallah benim hedefim, ajanda/planlayıcı kullanma işini her zamankinden daha sıkı tutmak ve bir sürü hedefle uğraşmak yerine tek bir hedefe odaklanmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamak.

Uzun yıllardır ajanda kullanıcısı olduğum için bana iyi gelen yöntemleri ve bana nelerin iyi geldiğini de tespit ettim. Mesela bir çalışma günümde ne yaptığım ve tekrar çalışmaya oturduğumda, ertesi gün ya da başka bir gün, nereden devam etmem gerektiğinin bilgisi, kaç saat derin odaklı çalıştığım, güne biçtiğim verimlilik değeri, o gün sabah kaçta kalktığımın bilgisi, gün içerisinde gözüme çarpan ve unutmama ihtiyacı duyduğum kişisel ya da işle ilgili herhangi bir şey, haftalık değerlendirmeler, sonraki hafta için göz önünde bulundurulması gerekenler, neyi tamamladığım, neyi başardığım, hangi konu üzerinde kendimle ya da işimle alakalı olarak daha fazla çalışmam gerektiği gibi bilgiler benim iyi alışkanlıklar kazanmamda etkili oldu. Ayrıca odaklanma kapasitemi de yine ajanda kullanarak geliştirdiğimi, zamanımın daha fazla kontrolünde olma duygusunun zamanı daha dikkatli kullanmaya beni götürdüğünü yıllar içerisinde yakinen gözlemledim. Benim için faydalı olan tüm bu konuların bir başkası için de faydalı olacağına inanıyorum.

Kişiselleştirmenin ajanda kullanımında önemli olduğunu düşünüyorum; fakat henüz kendine ait bir yöntem geliştirmemiş olanlar için en azından denenmiş ve işe yarayan yöntemlerin uygulanması oldukça önemli. Yani piyasada allı pullu, süslü ajandalar her zaman kullanışlı olmuyor. Bu yüzden ajanda kullanma alışkanlığı edinmek isteyen herkesin kendi ihtiyaçlarını gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum.

Yıllardır kullandığım ve yukarıdaki sorular etrafında oluşturulmuş planlama yöntemini içeren ve bizzat kendim tasarladığım indirilebilir bir ajanda/planlayıcı formatı sunuyorum, ihtiyaç duyanların hizmetine. Ben de bu formatı ve sayfaları kullanıyor olacağım. Kendim için İngilizce olarak tasarladım (çalışma alanım itibariyle İngilizce düşünmeye alışkın olduğum için) fakat hem İngilizce hem de Türkçe formatı da mevcut.

Bu planlayıcılar için kullanım önerim, ihtiyacınız olduğu gün ve hafta sayısı kadar sayfaları bastırmanız. Özellikle yatay şekilde her bir A4 kağıda 2 sayfa denk gelecek şekilde bastırıp ortadan keserek defter boyutlarına getirince oldukça kullanışlı oluyor. Bu sayfaları ister spiralli bir dosyaya koyun isterseniz sekreterlik dosya ile kullanın, daha sonra arşivleyin. En iyi tarafı tüm bir ajandayı ya da planlayıcıyı yanınızda taşımak zorunda olmamanız.

“Akıllıca” Çalışmak Üzerine-II: Özfarkındalık

Çok değil; akıllıca çalışarak daha fazla verim elde etmenin birinci adımı olarak, zihin işçileri özelinde çalışmanın ne anlama geldiği sorusu üzerinde durmuştuk ve, madem sınırlı bir odaklı çalışma kapasitesine sahibiz, sağlıklı ve kaliteli bir çalışma tarzını, yani “akıllıca” çalışmayı günlük hayatımıza nasıl entegre edeceğiz? sorusunda kalmıştık (burada). Bu yazının konusu da, kaldığımız yerden devam edecek şekilde, “akıllıca” çalışmayı günlük hayatımıza nasıl entegre edeceğimiz sorusu, yani günlük çalışma rutinlerimiz ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun ve bütünlüğün inşa edilmesi meselesi olacak. Bu yazıda bu uyum sürecinin zihni arkaplanını teşkil eden unsurlar üzerinde durmak istiyorum. Serinin son yazısı olacak olan bir sonraki yazıda ise çalışma esnasında devreye giren faktörleri ele alacağız. Burada yazdıklarım – aksi yönde kaynak belirtmediğim sürece – odaklı çalışmayı meslek edinmiş bir akademisyen olarak uzun yıllar içerisinde edindiğim tecrübe ve donanıma dayanmaktadır.

Günlük çalışma rutinlerimiz ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun inşasında rol oynayacak olan iki temel unsur var. Biraz sonra detaylandıracağım bu iki unsurun ortak özelliği, özfarkındalık temelli olmaları. “Özfarkındalık” tıpkı kendine güven anlamındaki “özgüven” teriminde olduğu gibi kendinin farkında olmak anlamına gelir. Kendinin farkında olmak, burada ele alacağımız haliyle, kelimenin tam anlamıyla bir iç gözlem yaparak bazı konularda kendimizi tanımayı içeriyor.

Günlük çalışma hayatımız ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun ve bütünlüğün inşa edilmesindeki birinci özfarkındalığı, yani kendimizi tanımayı, zihnimizi sorular eşliğinde gözlemlemek şeklinde gerçekleştireceğiz. Bu soruların genel çerçevesi şu şekilde: Gün içinde en çok hangi zaman diliminde zihnim daha berrak? Hangi zaman diliminde fiziksel olarak değil ama zihinsel olarak dinç hissediyorum? Gün içerisinde hangi zaman aralıklarında yaptığım işe yoğunlaşmakta daha az zorlanıyorum?… vs. Burada amaç, zihnimizin en verimli çalıştığı zaman dilimini tespit ederek tam kapasite çalışmamız gereken işlerimizi gün içerisinde bu bölüme yerleştirmek. Orayı tabir yerindeyse komple kapatmak. Çoğu insan için zihninin en berrak ve enerjik olduğu bu zaman dilimi sabah saatleri olmasına rağmen önemli bir kesim için bu zaman dilimi öğleden sonra olabilir. Hatta bir kesim için bu saatler gece herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Bu hem biyolojik saatimizle hem de alışkanlıklarımızla alakalı bir durum. Önemli olan biz hangi kesimdeniz, onun cevabını bulmak.

Burada karşımıza çıkabilecek bazı engeller var. Özellikle belirli mesai saatleri içerisinde çalışmak durumunda olanlar, kendi zamanlarını kendileri dizayn etme lüksüne sahip olamayabilirler. Mesela sizin o en verimli olduğunuz zaman dilimine hooop bir toplantı konulabilir. Böyle durumlarda alınabilecek iki önlemden bahsedebiliriz. Birincisi, eğer o zaman dilimini her gün işgal etmeyecekse bu tarz işler, göz yumulabilir. İkincisi, eğer gerçekten bu zaman dilimi size ait değilse, düzenli olarak işgal altındaysa kendi biyolojik saatiniz üzerinde oynamalar yapmak durumundasınız. Güzel haber ise, biyolojik saat biraz çaba ile değiştirilebilir, üzerinde oynamalar yapılabilir bir parçamız. Eğer sabah saatleriniz size ait değilse, zihninizi nasıl öğleden sonraları dinç tutabilirsiniz, bu meselenin üzerine eğilmeniz gerekecektir. Yani hem günün hangi diliminde daha verimli çalışabildiğimizi tespit ederken hem de günün hangi zaman dilimi mevcut şartlar altında verimli çalışmaya en elverişli, onu tespit etmemiz gerekiyor.

Günlük çalışma hayatımız ve akıllıca çalışmak arasındaki uyumun inşa edilmesindeki ikinci özfarkındalık ise, ortalama bireyler olarak zihnimizin odaklı çalışma kapasitesinin 3-4-5 saatle sınırlı olduğu farkındalığıdır. Yani bir gün içerisinde gerçek anlamda verim elde ederek, derin odaklanarak, mesafe katederek işimizle meşgul olduğumuz, zihnimizde bir tatmin hissi, bir doymuşluk hissi yaşadığımız zaman dilimi ortalama 4 saate tekabül ediyor. Bu zaman sınırlaması verimlilik açısından hafife alınmayacak kadar önemli bir unsur. Zira bu konuda Parkinson Yasası adı verilen çok meşhur bir yasadan bahsetmem gerekiyor.1 Parkinson Yasası’na göre bir iş her zaman bitirilmesi için verilen süre içerisine yayılır. Yani bir işi bitirmek ya da tamamlamak için 2 günlük süreniz varsa onu 2 günde bitirirsiniz. 10 gün süreniz varsa 10 günde bitirirsiniz. Muhakkak tecrübe etmişsinizdir bu durumu. O zaman elimde yalnızca 4 saatlik bir odaklı çalışma süresi olduğunu bilmek birim işi dört saatte bitirebilmem için temel kaide.

Parkinson Yasası’nı hem günlük çalışmamızı günün en verimli çalışabildiğimiz bir zaman dilimine yerleştirerek hem de 4 saatle sınırlandırarak devreye sokmuş oluyoruz.

Sonuç olarak, akıllıca çalışmanın birinci adımı çalışmaktan ne anladığımızı belirgin hale getirmek, ikinci adımı kendimizi tanımayı merkeze alan iki alanda özfarkındalık geliştirmektir. Bu özfarkındalık alanları, günün hangi zaman diliminde en verimli çalışabildiğimizi tespit etmek ve çalışma kapasitemizdeki sınırlılığın farkında olmayı içerir. Bu iki adım akıllıca çalışmanın gülük hayat ile bütünleştirilmesinde zihni arkaplanını teşkil ederken serinin üçüncü ve son yazısında akıllıca çalışmanın günlük hayatımızla uyum ve bütünlük içerisinde sürdürülmesini sağlayacak olan fakat bu sefer çalışma esnasında söz konusu olan faktörleri konu edineceğiz.

kapak fotosu: Photo by NEOM on Unsplash

  1. C. Northcode Parkinson, “Parkinson’s Laws”, South Dakota Law Review, 5 (1960). https://heinonline.org/HOL/LandingPage?handle=hein.journals/sdlr5&div=4&id=&page= ↩︎

Çalışma Şeklinizi “Sığ”dan “Derin”e Dönüştürmek için 3 Öneri

Bütün gün masanızın başında çalışmışsınızdır ama bir arpa boyu yol katedememişsinizdir.

Ya da, sadece iki saat oturmuşsunuzdur işin başına, ama günler sürecek kadar kısmını halletmişsinizdir çalışmanızın, tezinizin, makalenizin, artık ne ile uğraşıyorsanız.

Aslında mantıken tutarsız olan bu iki durumun kulağımıza tuhaf gelmemesinin bir sebebi var; o da, hepimizin hayatında bu iki durumu da mutlaka tecrübe etmiş olması.

2011’den beri paylaştığım bu blogda yıllar boyu hiç değişmeden yapmayı amaçladığım şeylerden biri de, birilerine, en az bir konuda farkındalık kazandırmak. Bu yazıda da çalışma alışkanlıklarınız ve şekliniz üzerine düşünmenizi sağlamak istiyorum.

Şu iki soruyla başlayalım o halde: Günde kaç saat çalışırsınız? Günde kaç saat gerçekten çalışırsınız?

Çok meşhur Deep Work kitabının yazarı ve aynı zamanda bir akademik olan Cal Newport bizi iki terimle tanıştırıyor: Derin İş ve Sığ İş (Deep Work vs. Shallow Work). Derin iş ya da çalışma yapmanız gereken ya da bitirmeniz gereken işlere tüm bilişsel kapasitenizle odaklanarak çalışmanızı ifade ederken, sığ iş ise genellikle odaklanma gerektirmeyen, dikkat gerektirmekle beraber sıkça dikkat dağılması içerebilen çalışma şeklini temsil ediyor. Sığ iş, zaman zaman gerekli olmakla beraber, bizi asıl odaklı şekilde sürdürmemiz gereken iş ve projelerimizden uzaklaştıran ve çalışmalarımıza çok fazla değer katmayan, daha uzun zamanda daha az kazanım elde ettiğimiz türden çalışmalar. Emaillere cevap verme, rapor tutma, toplantılar, hatta ve hatta sosyal medyayı kontrol edip durma bu sığ işler arasında yer alıyor. Bu sığ çalışma şekli bazen günlük çalışma rutinimizi o kadar işgal ediyor ki, saatlerce çalıştığımızı sanmamıza rağmen, asıl işimizde elle tutulur bir ilerleme göstermemiş oluyoruz. Bu durum da hiç ama hiç iyi hissettirmiyor. Tanıdık geldi mi?

Ben özellikle kariyerimin ilk yıllarında sığ işlerin zamanımı bu kadar işgal ettiğinin farkına varamadım. Ne zaman gördüm ki bir konferans sunum metni hazırlamak aylarımı alıyor; o zaman tabir yerindeyse kafama dank etti. Son birkaç yılımı bu konuda çok daha hassas şekilde geçiriyorum ve tahmin edebildiğimden çok daha fazla iş hallettiğime şahit oldum. Yılda bir makale tamamlayabilirken, 6 ayda iki makale, iki konferans sunumu yapabilir hale gelmiş olduğumu söylemem sanırım size de durumun ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeterli.

Bu konuda kendim bizzat deneme yanılma yöntemiyle bulup, uygulayıp, çok fayda gördüğüm 3 yöntemi paylaşıyorum:

1. Süre tutarak çalışmak:

Son birkaç yıldır süre tutarak çalışmayı alışkanlık haline getirdim. Süre tutmaya verimsiz çalıştığımı farkettiğimde başladım. Sonra süre tutmanın odaklanmamı kolaylaştırdığını ve başka şeylerle (telefon, sosyal medya vs.) daha az bölünmemi sağladığını gördüm.

İki türlü süre tutma yöntemim var. Birincisi, amacım ne kadar çalıştığımı görmek olduğu zamanlarda, süreyi 0’dan başlatıyorum. Herhangi bir ihtiyacım için masadan ayrıldığımda süreyi durduruyorum. Döndüğümde kaldığı yerden devam ettiriyorum. Böylece pür odaklı çalıştığım süreyi elde ediyorum.

Son bir yıldır ise, 90 dk. periyotlarla çalışmayı tercih eder oldum. Google’a timer yazıyorum, ilk çıkan ekrandan 90 dk. ayarlayıp geriye doğru sayıyor. Günde bu şekilde 2 oturum rahatlıkla yapabiliyorum, üçüncüyü yaptığım zamanlar da oluyor fakat bu durumda gerçekten beynim tükeniyor. Ama anlıyorum ki, gerçekten odaklı ve verimli çalışmışım.

Kilit nokta: Süreyi telefonunuzdan değil; başka bir araçtan ayarlayın. Telefonun en büyük dikkat dağıtıcı araç olduğunu unutmayın.

2. Yaptıklarınızın Notunu Tutmak:

Her gün çalışmanızın sonunda o gün kaç saat süre tutarak çalıştınız ve bu süre içinde neleri çalıştınız, neyi bitirdiniz ya da neye başladınız; kısacası neyi elde ettiniz, bunu düşünün ve bir yere not alın. Bir şeyi tamamlamış olma hissi sizi kesinlikle daha çok motive ediyor, işlerin dağınık bir düzen içinde değil de kontrollü bir düzen içinde ilerlemesi, kendi zamanınız üzerinde hüküm sürme kapasitenizi görmenizi sağlıyor. Bu da, tabi ki, daha odaklı ve verimli çalışmanıza yardımcı oluyor.

Kilit nokta: Günlük kazanımlarınızın notunu aynı defterde ve düzenli şekilde alın ve bu defter sevdiğiniz bir dizayna sahip olsun.

3. Kendinizi Ödüllendirmek:

Kazanımlarınızdan dolayı kendinize ödül sunmak da sizin sığ işlerden ziyade odaklı işlere kendinizi yöneltmenizde yardımcı olacaktır. Ödüllendirmeyi her gün olacak şekilde değil; mesela son zamanların en uzun süreli çalışmasını yaptığınızda, ya da bir işi sona erdirdiğinizde ve benzeri zamanlarda yapın. Ödüllendirme illa ki büyük ve pahalı şeylerle de olmak zorunda değil. Çok sevdiğim ama kalorisi yüksek olduğu için kaçındığım o bol şekerli kahve mesela çok güzel bir ödül oluyor benim için.

Kilit nokta: Küçük kutlamalar, büyük motivasyon araçları haline gelebilir. Kendinize her fırsatta küçük ödüller sunmayı ihmal etmeyin.

Kendiniz bu yöntemleri uygulayabilir, sizin için en çok fayda sağlayanları devam ettirip diğerlerini terk edebilir, ya da kendinize yeni yöntemler icat edebilirsiniz. Burada esas olan, sığdan derine transfer olmak zorunda olduğunuzu, en azından geri gelmeyecek zamanınızın hatrına farketmek.

Sevcan

Photo by Sonja Langford on Unsplash

Photo by Glenn Carstens-Peters on Unsplash

Photo by Ekaterina Shevchenko on Unsplash